44 YILIN ARDINDAN İBRAHİM... (2017)
Ali Ekber Kaypakkaya
----------------------------
İnşaat işçisi bir babanın, ev işçisi bir annenin 6. çocuğuyum. Arada ölen birçoğunu saymazsak tabii.
Çocukluğum hep maddi bakımdan sıkıntılar içinde geçti. Babam ilkokulu dışarıdan bitirmesine karşın bilge bir insandı. Annemin okuma/yazması yoktu. Dünyanın belki de en naif insanıydı.
Çocukluğumuzda, babam başucumuzda Yaşar Kemal’den, Fakir Baykurt’tan romanlar okur; romanlarda anlatılan öykülerin hayalleriyle uykuya dalardık. (Daha sonraları ablam bu görevi devraldı. Ben de çocuklarımın başucunda romanlar okudum). Okuma alışkanlığım halen devam ediyor.
Ev ahalisi kalabalıktı. Ankara’ya okumak için gelen halamın oğlu, ninem, 7 çocuk, anne, baba… Derken curcunası hiç eksik olmayan bir ev. Ev ekonomisine katkı yapmak amacıyla henüz şebeke suyuyla tanışmamış bir gecekondu bölgesinde eşekle su taşıyoruz gecekondulara. Ayağımızda ayakkabı, sırtımızda giyecek düzgün bir kıyafetimiz bile yok. Annem, babam iyi bir tahsil görmemiz için çırpınıyorlar.
Bu yoksulluğun arasında 9 yaşındaki (benden 1,5 yaş büyük) ağabeyim Kemal zatürreden öldü. İbrahim ağabeyim aranıyor. Ara sıra Ankara’ya uğradığında tebdil-i kıyafet geliyor eve. Zayıflamış, rengi solmuş…
Polisler evi kontrole geliyorlar sık sık. Yolun hemen altındaki çeşmeden evlerine su götürmek için toplanan gecekondulu kadınlara, çocuklara soruyorlar: “gelen giden var mı Kaypakkayalara?”. Gecekondular susuyor.
Ocak ayındayız. Yıl 1973. Komşumuz Bahattin Amca alışılmadık bir ziyarette bulunuyor evimize. Babam işten eve yeni gelmiş; “Radyo’yu açın da akşam ajansını dinleyelim” diyor. Bahattin Amca itiraz ediyor. Muhabbet etmek istiyor. Israr ediyor. Ağabeyimin yaralı yakalandığı haberini radyodan dinlemiş daha önce. Belli ki, duymasını istemiyor. Babam o gittikten sonra açıyor radyoyu; acı haberi duyuyor: “Ali oğlu İbrahim Kaypakkaya, Tunceli kırsalında yaralı olarak ele geçirildi. Babam “eyvah” diyor, “keşke ölseydi, şimdi bin kez öldürecekler oğlumu”.
Günler hızla geçiyor. Aylardan Mayıs. Babam, ağabeyimin cenazesini getiriyor evimize, asker-polis konvoyu eşliğinde. Tepelere büyük projektörler kurularak evin çevresi aydınlatılıyor geceleri. Karanlıktan korkan ben, projektörlerle ışıl ışıl aydınlatılmış gecenin içinde dipsiz kuyulara sürükleniyorum sanki.
Çocuk dünyam daha da çok kararıyor.
* *
|
İbrahim Kaypakkaya (1949, Karakaya, Sungurlu, Çorum /18 Mayıs 1973, Diyarbakır)) |
İbrahim…
1949 yılında doğdu. İlkokulu akrabalar ve tanıdıkların yanında çevre köylerde okudu. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nu kazandı. Bu okulun son sınıfında Yüksek Öğretmen Okulu’nu okumak üzere İstanbul’a gitti.
İstanbul Üniversitesi Matematik-Fizik Bölümü’nü kazandı.
Bu yıllarda politik mücadeleye bütün varlığıyla kendini verdi. Toprak işgali eylemlerine ve grevlere destek verdi. Yazılar yazdı, konuşmalar yaptı.
Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Şubesi’ni 6 arkadaşı ile birlikte kurdu. Çapa’daki siyasal faaliyetleri nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı.
Sol hareket içinde o dönem yaşanan ayrışmada (çıkardıkları dergilerin kapak renklerinden dolayı Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık deniyordu) Beyaz aydınlık (Proleter Devrimci Aydınlık: PDA) saflarında yer aldı.
PDA’nın “halk savaşı” söyleminin laf kalabalığından başka bir anlam ifade etmediğini öne sürerek iktisaden geri, devletin hakimiyetinin zayıf olduğu ve tarihsel bakımdan isyan hareketlerini desteklemeye elverişli bölgelerde siyasal çalışmalarını yoğunlaştırdı.
1971 yılında kaleme aldığı sosyolojik açıdan şaşırtıcı bölge raporları, onun derin gözlem gücünü ortaya koyması bakımından önemli metinler olarak tarihteki yerini aldı.
12 Mart Darbesi’nden sonra içinde yer aldığı harekete eleştiriler yönelterek 1972 yılının 24 Nisanında TKP-ML’yi (Türkiye Komünist Partisi - Marksist Leninist) kurdu.
Henüz 24 yaşındayken, gerilla savaşını örgütlemek için gittiği Dersim’in Haydaran Bölgesi Mirik Mezrası’nda kaldığı kömünün basılması sonucunda yaralı olarak yakalandı. 3,5 aylık işkenceli sorgulardan sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da işkencede katledildi.
İşkencede “ser verip sır vermeme”nin devrimci simgesi oldu.
İbrahim; Denizler, Mahirler ile birlikte Türkiye sınıf mücadelesi tarihinde devrimci bir sıçramanın, “ihtilalci” sosyalizmin liderlerinden birisi olarak; parlamentarist ve cuntacı girişimlerden kökten bir kopuşun simgesi haline geldi.
Bu bakış açısını özellikle “Kemalizm” tespitlerinde somut bir biçimde görebilmek olanaklıdır. O dönemde “sol” olarak kavramlaştırılan genel çerçeve içinde Kemalizm; sınıf karakterinden ayrı bir asker-bürokrat içerikli siyasi girişim olarak kavranıyor, Kemalizmin “milli sermaye sınıfı yaratmaya” çalıştığı ileri sürülüyordu.
İbrahim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir “milli devrim” olarak ifade edilmesine şiddetle karşı çıkarak milli veçhenin kadük kaldığını, emperyalizmle işbirliğinin esası teşkil ettiğini belirterek, İstiklal Harbi’nin anti-emperyalist kurtuluş savaşları için değil aksine bütün Asya burjuvazileri ve egemen sınıfları için model teşkil ettiği fikrini öne sürdü.
Özellikle kimilerine göre; 1938’den kimilerine göre de 1950’den sonra Türkiye’de yozlaşmanın başladığı, Cumhuriyetin “halkçı” karakterinin bozularak kapitalizme entegre olan yeni sömürge bir ülke durumuna geldiği iddialarına karşı, komprador burjuvazi ve toprak ağalarına dayanan Kemalizmin başından itibaren işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist bir diktatörlük olarak hakimiyet kurduğunu vurguladı.
Kemalist rejimin sadece ezilen halk sınıf ve tabakalarına değil; ülke sınırları içinde yaşayan diğer milliyetlere karşı da amansız bir baskı uyguladığını ifade ederek milli meselede de radikal bir kopuşa imza attı.
“Ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı sosyalist devrim sonrasına erteleme veya ona bağlama anlayışını, sol hareketin büyük bir bölümünü karşısına alma pahasına kıyasıya eleştirdi.
Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının, Rum ve Ermeni toprakları ile varlıklarına el koyarak palazlandığına da dikkat çekti.
Bu radikal çıkışlar, devletin dikkatini bu hareketin üzerine yoğunlaştırmasına yol açtı. Kurduğu siyasi parti, dönemin MİT raporlarında en tehlikeli Marksist-Leninist siyasi örgüt olarak değerlendirildi. Sonuçta 18 Mayıs 1973 tarihinde işkenceli sorgulardan geçirilerek öldürüldü.
Ölümünden sonra yazıları Seçme Yazılar ve Yayınlanmamış Yazılar adı altında toparlandı. THKP-C ve TKP üzerine yaptığı incelemeleri içeren yazıları ise kayboldu.
İbrahim, ölümünden sonra (Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi kitleler tarafından tanınırlığı fazla olan devrimcilerin yanında), yazıları ile teorik ve pratik çalışmalarının zenginliğine ve çeşitliliğine karşın daha geri planda kaldı.
Bunda, devletin yok etme ve diğer sol çevrelerin görmezden gelme eğilimlerinin yanı sıra (hatta daha da önemlisi) İbrahim’in programatik görüşlerini savunduğunu ve hayata geçirdiğini iddia eden çevrelerin, onu, düşünceleri tartışılmaz bir aziz mertebesine taşımasının rolü büyük oldu.
Bu eğilim, özünde gelişme potansiyelleri taşıyan komünist teorik ve pratik açılımlar silsilesinin daha rüşeym halindeyken gelişiminin engellenmesine yol açtı.
Diyalektik ve tarihsel materyalist tarih anlayışına göre toplumların kanonik kahramanlara ihtiyacı yok. Toplumsal devrim dönemleri, kendi tarihsel önderlerinin oluşmasında başat rol oynar. Materyalist tarih anlayışını salt öznel romantik tarih perspektifinden ayrıştıran yan budur bana göre.
Bu belirlemeden sonra yine de şunu vurgulamayı gerekli görüyorum: Devrimcilik “belirli bir tarihsel süreçte” başlı başına romantik bir eylemdir. Bu bakış açısından İbrahim, bilimsel sosyalizmi rehber edinmiş romantik devrimci komünisttir. Murat Bjeduğ T-24 sitesinde 18 Mayıs 2016 tarihinde yazdığı bir yazıda “Sevgi ve dostluk, bugünün modern insanının hiç algılayamayacağı bir boyut kazanmış Kaypakkaya’da. Özel mülkiyetin bin yıllardır farklı sistemler, farklı üretim tarzları, sınıf ve devlet biçimleriyle gelen kültürü ve ideolojisiyle donanmış insanının dışında, kendini mücadelesi içinde yeniden ama ütopyasına uygun düşen erdem ve vasıflarla yaratma çabasında da, esin verici örnek olabilmiştir.” diyor.
Tarihin sonsuz akışı içinde yenilenen, güncellenen; eskiyen ve eskidikçe kendisine eleştiri oklarını yöneltmekten korkmayan bir düşünce sisteminin savunucularıyız. İman etmiyoruz. İnsanlığı günümüze taşıyan bütün doğruların göreli doğrular olduğunu, tarihsel sürece bağlı olarak değişen bilimsel düşünce sisteminin savunucuları olduğumuzu iddia ediyoruz. Ama, pratikte bunu hayata geçirmekten imtina ediyoruz.
Peki İbrahim’den geriye miras kalan ne?
“Kemalizm ve ulusal sorunu ele alış biçimi; işkencelerdeki direniş ve cesareti; keskin gözlem ve analiz gücü, parlak zekâsı, destansı çalışkanlığı ve üretkenliği; İbrahim’in, bugünlerde neo-liberal kuşatmaları kıracak en kullanışlı, eskimemiş, 21. yüzyılda da varlığını sürdürecek, esin verici zengin mirasıdır.
Bugün hala tartışılıyor olmasının kökeninde de bu miras yatıyor zaten.”
* *
Samimi, sıcak, yüzünden gülümsemesi eksik olmayan birisiydi. Ölümüne sebep olan işkenceli sorgulara girmeden önce hastanede kesilen parmaklarının pansumanını yapan hasta bakıcı Zekeriya Amca da aynı şeyi söylüyor: “Ayak parmakları kesik, karyolaya kelepçelenmiş olduğu halde beni hep gülümsemeyle karşılardı” diyor.
Köye gelir gelmez hemen işe koyulan, diğer okuyan çocuklar gibi kendini yüksekte görmeyen çalışkan bir insan.
Siyasi yaşamında sert bir polemikçi olmasına karşın son derece sevecen…
Aşık olmayı, sevmeyi bir zafiyet olarak görmeyen biri.
Toplumun en alt kesimlerine, çobanlara, hamallara, ağır işçilere, topraksız köylülere ayrı bir sempatisi var. “Ellerinden öpülmesi gerekenler bunlar” diyor.
* *
Öldürülmesinin üzerinden 44 yıl (2017) geçmiş olmasına, kalabalıklardan uzak, sessiz, sakin bir köy mezarlığında bulunmasına karşın mezarının yakınında kocaman bir jandarma karakolu var: mezarı bekliyor. İbrahim’i andılar, adını yazdılar diye soruşturmalar açılıyor, cezalar veriliyor.
Bana göre bunun temel nedeni, Kaypakkaya düşüncesinin, Türkiye’nin gizlenmeye çalışılan tarihsel gerçeklerini aydınlatmaya yönelik cepheden hamlede bulunması; veriler ne kadar eskirse eskisin, yaratmak istedikleri dünya hayalini gerçekleştirmek için ortaya koyduğu samimi pratiktir.
Bilime dayanarak dünyayı anlama, kavrama ve değiştirme isteğidir. Bunu yaparken sergilediği cürettir. Ve bu korku hala artarak devam etmektedir. Demek ki, İbrahim, düşünceleriyle, pratiğiyle hala günceldir.
İbrahim'in sözüyle noktayı koyalım: “Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var, sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım! ^
Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakar ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım.”
ALİ EKBER KAYPAKKAYA
* *
|
İbrahim Kaypakkaya ile ilgili tespit ve teşhis tutanağı TÜSTAV Nebil Varuy Arşiv Fonu, Kart No: 1418 |
TEŞHİS TUTANAĞI
"Ali oğlu Mediha'dan 1949 yılında doğma, aslen Çorum vilayetinin Alaca kazasının Karakaya köyü nüfusunda kayıtlı ve talebeliği dışındaki süreler içinde aynı yerde oturur. İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'ndan ayrılmış olup Fen Fakültesi Fizik-Matematik bölümü öğrencilerinden.
Sanığın şuuruna hakim olduğu ve ifade verebilecek durumda olduğu konuşmalarından ve harici görünümünden anlaşılmakta ise de, müdafii doktorla daha evvel yapılan telefon görüşmesi ve bunu teyiden nöbetçi Tabip Bnb. Saadettin Demiray'ın beyanlarına göre İbrahim Kaypakkaya'nın ayak parmaklarında meydana gelen donma sebebiyle operasyona tabi tutulacağı ve kafasındaki yaradan dolayı tedavinin devam ettiğinin bildirilmesi ve uzun bir sorgu işleminin de bu durumu ile bağdaşmaması karşısında şimdilik iş bu teşhis ve tesbit hali ile iktifa edilmesi uygun bulunarak tutanağa nihayet verilip iş bu tutanak huzurda tanzim olunarak hazır bulunanlar tarafından imzalandı."
Askeri Savcı: Yaşar Değerli
Zabıt Katibi: Cemal Kuşakçı
Nöbetçi Tabibi: Sadettin Demiray
Teşhis Şahidi: Mehmet Çetin
Sanık: İbrahim Kaypakkaya
* *
BABASI ALİ KAYPAKKAYA 'O ANI' ANLATIYOR...
"...Diyarbakır’ın içerisine koştum. Tabut yaptırdım. 60 liraya kefen aldım, pamuk aldım. Bir de formal diye bir ilaç al dediler. Cenaze bozulmasın diye. 20 liraydı sanıyorum, bir de o ilaçtan aldım. Bir hoca geldi, morgdan çıkardık, tabuta koyduk. Belediyeden bir memur getirdim. Üzerine, taşınmasında bir sakınca yoktur diye bir damga bastı, bir yazı verdi elime. İmam, ”Bana 5 lira vereceksin. Oğluna otopsi yaptım, emeğim geçti” dedi. ”Sen niye otopsi yaptın ki oğluma? Oğlum öldürüldü mü? Bir de öldürülmüş insana, nasıl öldürülmüş diye paramparça ettin sen benim oğlumu” dedim. ”Defol şurdan gözüm görmesin seni” dedim.
Sonra tabutu iki tekerlekli arabalar var, hamallar omuzlarına takıyorlar, onunla taşıyorlar yükü. Öyle bir hamal getirtmiştim. Cenazeyi oradan çıkartmıştık, tabutu indirdi hamala 5 lira verecektim. ”Ne oldu, bu ne oldu, nedir?” dedi.
”Oğlum” dedim. ”Solcu diye burada öldürüldü. Onun cenazesi” dedi. Adam ağladı, ‘5 liranı almıyorum’ dedi...." Babası Ali Kaypakkaya'nın anlatımından...
* * *
@Y_Ergundogan
___________________________________________