17 Ağustos 2022 Çarşamba

Adana’da Rafael Gilodo’nun yağ fabrikası nasıl 'Sabancıların Marsa’sı' oldu?..



Adana’da Rafael Gilodo’nun yağ fabrikası nasıl 'Sabancıların Marsa’sı' oldu?..


Emekli bir albayın bir dergide yayımlanan makalesinden kotarılan bir haber 16 Ağustos 2020’de ulusal basında yer aldı. Haberde, 1930’larda Adana sanayisinde çok önemli bir yere sahip olan Gilodo Yağ Fabrikası’nın aslında bir fitne ve casusluk yuvası olduğu anlatılıyordu. Dedesi de burada çalışan Adana’nın önemli gazetecilerinden Taner Talaş iddiaları araştırdığında bambaşka bir tabloyla karşılaştı. Talaş’ın kapsamlı dosyası Kucuksaat internet sitesinde yayınlandı. Gazetecinin endisinden izin alınarak Serbestiyet'e aktarıldı. 

Sesonline olarak biz de bu önemli çalışmayı aktarıyor ve arşivlerde de kalması düşüncesiyle paylaşıyoruz.

1930’larda Adana sanayisinde çok önemli bir yere sahip olan Gilodo Yağ Fabrikası’nın 'casusluk yuvası' olduğu iddiaları üzerinden el değiştirmesi sürecinin belgelere dayanan kısa tarihi… 


* *


TANER TALAŞ / ADANA
----------------------------


16 Ağustos 2020 tarihinde ulusal haber sitelerinde yayımlanan bir haberle, Adana sanayisinde 1930’larda çok önemli bir yere sahip olan Gilodo Yağ Fabrikası’nın aslında bir sanayi kuruluşu olmadığını, İngilizlere çalışan, Adana ekonomisini hedef almış bir bozgun yuvası olduğunu öğrenmiş olduk. Birçok mecrada yayınlanan haber, yurt çapında ilgi gördü.

https://www.milliyet.com.tr/gundem/95-yil-once-yasanan-casusluk-olayi-6282840

https://odatv4.com/kim-bu-adanadaki-casus-kardesler-16082038.html

1945 yılına kadar Adana’da faaliyet gösteren Gilodo Yağ Fabrikası’nda çalışıp şu anda da hayatta bulunan çalışanlarının anlatımları haberde dile getirilen  iddiaları doğrular nitelikte olmadığı için, konuyu araştırmaya karar verdim.

Adana sanayisini konu alan çalışmalarda Gilodo Fabrikası ve sahipleriyle alakalı hep övücü kelimeler duymanın tetiklediği merak ise ayrıca etkili oldu. Öte yandan Gilodo Yağ Fabrikası’nda işçi olarak çalışan milliyetçi-muhafazakâr dedemin anlatımları da belleğimde durduğu için kafamda soru işaretleri canlanmaya başladı. 

GİLOODO'NUN HAZİN HİKAYESİ BAŞLIYOR

Basına bir şekilde ulaşan ve habere dönen bilginin kaynağına Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi’nin yayınlarında rastlamak mümkün. Genelde akademisyen makalelerinin yer aldığı dergide, 16 Ağustos 2020 tarihinde, emekli albay Dr. Servet Avşar imzası ile “Cumhuriyetin ilk yıllarında Adana’daki İngiliz İstihbarat Yuvası: Gilodo Nebati Yağ ve Sabun Fabrikası” başlıklı bir makale yayımlandı. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1204026)

29 sayfalık makale esasen makale sahibinin Emniyet Genel Müdürlüğü arşivinde rastladığı 11312-36 numaralı dosyada yer alan yazışmalara ve yazarın şahsi yorumlarına dayanıyor. Bu yönüyle, ilgili belgelere Türk okuyucusu ilk defa ulaşmış oluyor. Basında çıkan haberler de, bu makalenin çok kısa özetinden oluşuyor.

Gilodo Yağ Fabrikası’nın sahibi S. Rafael Gilodo, Bolşevik ihtilalinden kaçıp Adana’ya yerleşen Yahudi kökenli bir işadamı. Fabrikasını da 1926 yılında Adana’da kurmuş.

Zamanla Adana sanayisinde ciddi bir mevki elde eden Gilodo kardeşler, hiç kimsenin aklına gelmeyen bir işe yönelmişler, pamuk çiğidinden yağ, küspe ve gübre elde edilmesini sağlayarak Adana’da sevilen ve sayılan bir pozisyon elde etmişlerdi. 

Ancak 5 Eylül 1933 tarihinde İstanbul Nişantaşı’ndan Emniyet İşleri Umum Müdürlüğü’ne H. Hilmi imzası ile gönderilen ihbarla Gilodo için huzursuz bir dönem başladı. 

İhbar mektubunda şöyle deniyordu: 

Efendim, sevgili yurdumuzun en önemli kısmını ve oldukça çok pamuk üretimi ile âdeta altın kaynağını oluşturan Çukurova’nın, her tarafında bozgunculuk ve kışkırtıcılık yürütmekte olan bir işletmenin varlığını, bir buçuk yıldır Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde seyahat etmekte olan güvenilir bir arkadaşımızdan çok net bir şekilde öğrendik. Bu bozgunculuk yuvası, Adana’da S.R. Gilodo işletmesi olup İngilizlerin İstihbarat teşkilatının bir şubesi olduğu Fransa’da ortaya çıkarılmıştır. Yüksek zekâsıyla bütün dünyaya ün salmış olan saygın polisimizin dikkatli bakışlarından böyle bir şeyin kaçmayacağına ve er geç, bu bozgun yuvasının ortaya çıkarılacağına emin olmakla birlikte, yurt sevgisi ve vatan endişesi nedeniyle biz de duyduğumuzu bildirmeyi, kendimize kutsal bir borç bildik, bu vesile ile saygılarımızı arz ederiz efendim.” (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:138). 

Olayın gerçekliğinin araştırılması için Gilodo ve fabrikasında çalışanlar, Adana Valiliğince takip ve gözetim altına alındı. Bu durum yaklaşık bir yıl devam etti. 

İlk soruşturma 24 Ekim 1933 tarih 2706 sayılı yazı ile başlatıldı. Soruşturma devam ederken başka bir mektup resmi makamlara ulaştı. 

Mektupta, Adana’da esnaflık yaptığını söyleyen ve Kıbrıslı Ahmet Rasim imzasını kullanan biri Başvekil İsmet İnönü’ye hitap ediyor, çok daha tafsilatlı, daha ciddi iddialar içeren bilgiler veriyordu. Ne var ki Adana’da böyle biri yaşamıyordu. 

SORUŞTURMA BAŞLIYOR

Mektupta yer alan iddialar resmi evraka dönüştürülerek, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği’nden Genel Sekreter Recep Peker imzası ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya gönderildi. Yazı, ön araştırması yapıldıktan sonra 27 Mayıs 1934 tarihinde Başvekil İsmet İnönü’ye arz edildi. Burada dikkat çekici isim Recep Peker’di.

Recep Peker, o dönemde radikal sağcı fikirleri ile bilinen, faşizmi araştırmak için Avrupa’ya gidip, dönüşünde Türkiye’de faşist bir rejim kurulmasını salık veren, Nazi hayranı bir devlet adamıydı. İleride göreceğimiz gelişmelere ışık tutması açısından bilinmesinde fayda olduğuna inanıyorum.

ADANALI ESNAF AHMET RASİM

Adanalı esnaf “Kıbrıslı Ahmet Rasim”in ihbar mektubu yaklaşık altı sayfaydı. İçerdiği tafsilat ve teknik ayrıntılar, mektubun bir esnafın kaleminden çıkmasını kuşkulu hale getiriyordu: 

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1204026)

(Mektup için bkz. yukarıdaki link, s.  274, 275, 276, 277, 278, 279).

Adana Valisi, Emniyet Müdürü, belediye başkanı, borsa genel sekreteri, posta çalışanı, ticaret bölge müdürü, Gilodo’dan rüşvet almaktadır. Gilodo, İngiliz casusudur, Gilodo Adana’da pamuk üretimini sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Siyonisttir, Yahudileri işe alıp, Türkleri işe almamaktadır.” 

Mektubun devamında çok ince detaylara giriliyor, Adana’da ne kadar yetkili ve etkili isim varsa, tamamı töhmet altına sokuluyordu. 

Mektubu gönderen Adanalı Esnaf Kıbrıslı Ahmet Rasim o kadar bilgiliydi ki, Gilodo Fabrikası’nın İstanbul Galata yakınlarında, sapa bir sokak içinde, Çitoris Hanı’nda, “Gilodo” ve “Nates” isimli bürolarının olduğunu; Gilodo Fabrikası’nda çalışan kimyager Herman’ın ortaokul mezunu olduğunu; gün ve dakika bilgisi vererek fabrikayı ziyaret edenleri, Gilodo’nun Sudan’dan hastalıklı tohum getirdiğini ancak bunun Mersin gümrüğünde yakalandığını ve buna rağmen Gilodo’nun 3-5 kilo çalarak Çukurova’da dağıttığını; Gilodo’nun otomobilinde kimlerin olduğunu mektubunda yetkililere bildiriyordu. 

Soruşturma kapsamında ilk başta araştırılan konu Gilodo’nun kendisi oldu. Gerek Emniyet Genel Müdürlüğü gerekse Millî Emniyet Hizmetleri (MAH) tarafından, Gilodo’nun geçmişinin ve yaptığı ticaretin takibine başlandı. 

Kronolojik bir sıra takip ettiğimizde, bu konudaki ilk araştırmanın, Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti (MAH) tarafından Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne gönderilmiş olan, 24 Ekim 1933 gün ve MAH RS Ş.B.2706 sayılı yazıyla başlatıldığı görülmektedir.

Artık soruşturma başlamıştır. İddiaların araştırılması için devletin tüm kurumları teyakkuza geçmiş, hatta ihbar mektubunda olmayan hususlara da ulaşılmış, Rafael Gilodo ve fabrikası hakkında her türlü ince detay değerlendirilmiştir.

Bu meyanda yazışmalarda adı geçen ilginç bir kişi de Abdülkerim Refii Bey’di.

Emniyet İşleri Umum Müdürlüğü (Emniyet Genel Müdürlüğü), 27 Aralık 1933 gün ve 1.A.11351 sayılı yazı ile Salihli Kaymakamı Abdülkerim Beyefendi’den Gilodo hakkında bilgi talebinde bulundu: “Adana’da pamuk fabrikası olan Mösyö Gilodo’nun genel durumu hakkında bir bilginiz varsa bildirmenizi rica ederim efendim.” (Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:163).”

Emniyet İşleri Umum Müdürlüğünün, Salihli Kaymakamı Abdülkerim Beyefendi’ye göndermiş olduğu bu yazıya karşılık olarak 7 Ocak 1934 gün ve 2 sayılı yazıda verilen cevapta, Abdülkerim Beyefendi Gilodo hakkında bildiklerine ilişkin yazısında şu ifadelere yer veriyordu:

“31/12/1933 gün ve I. Şube 11351 sayılı gizli soruşturmaya cevaptır: 1- Gilodo Rus Yahudisidir. Zannedersem, Taşkentlidir. Rus ihtilâlinde, ekonomik olarak zarar görmüş ve Türkiye’ye kaçmıştır. Komünizm aleyhtarıdır. 2- Adana’da açtığı çiğit yağı fabrikası ile pamuk çekirdeği fiyatlarının yükselmesine neden olmuştur. Böylece, ekonomimize hizmet etmiştir. Yıllar geçtikçe, işlerini geliştirmiş ve pamuk ticaretinde bir hayli ilerlemiştir. 3- Geçen seçimlerde, Serbest Fırka’nın Adana’daki çalışmaları sırasında durumun Bolşevik ihtilâlini andırdığını ve buna bir an önce önlem alınması gerektiğini çevresinde bulunan aydınlara anlattığını ve fırkamız (Cumhuriyet Halk Fırkası) lehinde bütün gayretiyle çalıştığını biliyorum. 4- Gilodo saf ve korkak bir kişidir. 5- Gilodo’nun yanında Salomon isminde topal bir kardeşi vardır. Salomon çok tehlikelidir. 6- Gilodo’nun başında bulunduğu şirket İngiliz sermayesi ile çalışmakta ve tüm büro görevlileri de Londra’dan gelmektedir. Bu duruma bakarak şirketin bir gizli servisle ilgili olacağını kabul etmek lazımdır. Dört beş yıl önce, vilayet mektupçusunun çirkin ahlaklı oğlunun yüksek maaşla şirkete alınması da son derecede dikkat çekicidir. 7- Bana öyle geliyor ki Gilodo’nun şüphe uyandırmayan kimliği siyasi amaçlar izleyen bir şebekeye perde olarak kullanılmaktadır. 

Durum böyle iken ben Adana bölgesinde Gilodo ve yakınları ile ilgilenecek herhangi bir sıfat ve görevde olmadığım için burada yazmış olduğum şeyler tamamen benim kişisel görüşlerimdir. Belki yanlış bile olabilir. Bu konuda en doğru bilgileri Adana Valiliklerinde bulunmuş, şu anda Devlet Şûrası Reisi (Danıştay Başkanlığı) Reşat12 ve Dâhiliye Müsteşarı (İçişleri Müsteşarı) (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:133) Vehbi Beyefendiler gibi yüksek idare amirlerinden edinmek mümkündür. Saygılarımla arz ederim efendim.

(EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:132).

Salihli Kaymakamı Abdülkerim Refii Bey, vermiş olduğu bilgilerde ortaya karışık yapmış gibidir. Bazı maddelerde Gilodo’yu temize çıkarırken, bazılarında iddiaları doğruluyor gibi davranmaktadır. Bütün bunlardan sonra da söylediklerinin yanlış olabileceğini  belirtip “benden daha büyük adamlara sorun” diyerek, lisanı hal ile “bu iş beni aşar” demeye getiriyor.

Adana Borsa Encümeni. 1931-33

İçişleri Bakanlığı bu defa Seyhan Valiliği’ne iddialarla alakalı araştırma yapmasını istemiş, Seyhan Valiliği de 21 Ocak 1935 gün ve E.M.IŞ 4295 sayılı yazısında, yürüttüğü soruşturmayla ilgili detaylı bilgi vermiştir. (Bkz. Sayfa 282, 283, 284).

Verilen cevapta ciddi bir hukuki dilin kullanıldığını görüyoruz. Özellikle “R. Gilodo’nun İstanbul’da bulunduğu zamanlarda, İngiliz istihbaratının Kadıköy ve Beyoğlu kısımlarını idare ettiği söylenmekte ise de bu durum belgelenerek doğrulanamamıştır” ibaresi dikkat çekicidir.

“İncelemeye devam edilmektedir, söylenmektedir, iddia edilmektedir” ibareleri ile Seyhan Valiliği hukuki bir dil kullanmış, adil bir tavır sergilemiştir.

Özellikle postane çalışanı Raif’in, Gilodo’dan yüklü miktarda para aldığına dair delil elde edilemediği net olarak vurgulanmış, müfettişlere rüşvet verildiği iddiası yalanlanmış, bazı konularda inceleme olmaksızın karar verilemeyeceği zikredilmiş, Maliye, Ziraat ve İktisat Bakanlıklarına ve ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği’ne yazı yazıldığı söylenmiştir.

O günkü hâkim ideolojiye, Recep Peker gibi antisemitik eğilimleri güçlü ve çok etkili bir parti yetkilisine rağmen, taşra teşkilatlarındaki devlet kurumlarının bu yazışmalarda kullandığı dil ve meselelerin üzerine eğilmelerindeki ciddi tavır takdire şayandır. Yazışmalarda hukukun korunmaya çalışıldığı açıktır.

Tüm bunlar olurken belirtmeden geçmeyeceğimiz husus, Gilodo’nun İngilizlerle ilişkisinin ticari arka planıdır.

Adana Sanayi Odası’nın yetkin bir ekiple hazırlamış olduğu “Adana Sanayi Tarihi”nin “Yağ Sanayisi’nin Kurulması / Gilodo’dan Marsa’ya” başlıklı bölümünde şu bilgiler yer alıyor:

“Osmanlı Devleti’nde yağ sanayisi kurulması için yapılan ilk girişimler İzmir’de yerleşik olan İngiliz tüccarlarından gelmiştir. Bu sanayinin kârlı olduğunu gören İngilizler, çalışma sahalarını genişleterek, Ege bölgesinin dışına çıktılar. Bu amaçla 1910 yılında merkezi Londra’da olmak üzere ‘Mersyna Oil Mill Co. Ltd.’ adlı bir firma kurdular. Mersin’de çiğitten yağ üretmek amacıyla kurulan şirketin sermayesi 14.000 İngiliz Lirasıydı. 1.400 paya bölünmüş olan sermayenin % 65.7’si Levanten olan Whittall Ailesi’ne aitti.“

Yine “Adana Sanayi Tarihi” kitabında belgelere dayanarak anlatıldığı gibi, İngiliz tüccarlar Türkiye’de pamuk yetiştirmek ve pamuk cinsini ıslah etmek için Osmanlı hükümeti nezdinde girişimde bulunmuşlardır. Bu talep, özellikle Amerikan İç Savaşı’nın bir sonucu olarak Pamuk tedarikinin aksaması üzerine daha da yoğun bir şekilde dile getirilmiştir.

Bu talepler üzerine Osmanlı hükümeti genelgeler yayımlayarak, teşvikler vererek özellikle Çukurova’da ve Ege Bölgesi’nde pamuk üretimini artırmaya çalışmıştır. Dönemin etkili gazetesi Ruzname-i Caride-i Havadis, Osmanlı köylülerini pamuk tarımı ile uğraşmaya teşvik etmek için ciddi bilimsel makaleler yayımlamıştır. Gazetenin sahibi de Alfred Black Churcill adlı bir İngilizdir. (Bkz. “Adana Sanayi Tarihi” s. 27, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37).


İÇİŞLERİ BAKANLIĞI TİCARET BAKANLIĞI'NI FIRÇALIYOR

Konuya dair kurumlar arasındaki yazışmalar sırasında Ticaret Bakanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir yazı dikkat çekicidir. İçişleri Bakanlığı’nın, Ticaret Bakanlığı’nın içeriğini bilmediğimiz bir yazısına verdiği cevap şöyledir:

“Gilodo ve kardeşi Salomon’un taşıdıkları firmanın kudret ve emniyeti bu adamların memleketimizin siyasî emniyetini bozmayacakları hakkında bize bir teminat vermez. Ülkemize faydalı olacak ve aynı zamanda da ülkemizin siyasi güvenliğini bozmayacak ticari işletmelerimizin serbestçe ve Cumhuriyet Kanunları esaslarına uygun bir şekilde çalışmaları Bakanlığımızca da istenilen bir durumdur. Gilodo firması hakkındaki ihbar büyük Fırkamızdan bildirilmiş ve Seyhan Valiliği’nce de çok ayrıntılı bir şekilde sorgulanmıştır. Yazılarının birinci maddesinde Gilodo ve kendisi ile birlikte çalışan ‘yabancıların’, ‘güvenlik’ açısından durumlarının Bakanlıklarınca bilinmediği hususu bildirildiği hâlde, aynı yazının 4. maddesinde bu firmanın ‘ülke güvenliği’ aleyhinde çalışmayacağı garanti edilmek gibi gereksiz açıklamalar yapılmaktadır. Bu firma hakkındaki gerçeği aydınlatmak için, yapılan gizli soruşturmayı Bakanlığınıza da bildirmiştik (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No: 5). Ortada haysiyet ve hürriyeti sınırlanan hiçbir kişi yoktur. Bakanlığımızca görülen lüzum üzerine yapılmakta olan gizli bir soruşturma vardır. Cumhuriyet polisinin görevini çok iyi bir şekilde yaptığını bildirir ve firma hakkındaki soruşturmaya büyük bir gizlilik içinde devam edileceğini bilgilerinize saygılarımla arz ederim.” (28.6.1935) (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No: 4).”

Yazışmadan, Ticaret Bakanlığı’nın olup bitenlere itiraz ettiği açık bir biçimde anlaşılıyor.


O GÜNLERİN MİT'İ OLAN MAH/MEH NE DÜŞÜNÜYOR?..

Yazışmalar devam ederken, en yetkili istihbarat kurumu olan MAH/MEH Reisliği devreye giriyor ve hükmünü veriyor:

“Millî Emniyet Hizmetleri MAH/MEH Reisliği tarafından, 9 Ekim 1933 gün ve 2595 sayı ile Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne gönderilmiş olan cevap yazısında şu ifadelere yer verilmiştir; ‘4.10.1933 Ş.I.B.9069 sayılı yazıya cevaptır. Adana’da Gilodo Fabrikası sahibi Rafael Gilodo hakkında mevcut bilgiler aşağıda yazıldığı gibidir Efendim. Gilodo Fabrikası’nın bir İngiliz (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:145) istihbarat yuvası olduğu ve askerî, siyasî, iktisadî casusluk yaptığı konusundaki şüphe yıllardır devam etmekte ise de bu konuda henüz doğrulayıcı bir delil ve belgeye ulaşmak mümkün olmamıştır.” (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:144).

Rafael Gilodo


SİYONİZM VE GİLODO'NUN İLİŞKİSİ

O günkü konjonktürde hayli yaygın olan Yahudilik ve Siyonistlik suçlamasına Gilodo da maruz kalıyor. Bu amaçla yürütülen soruşturma kapsamında yer alan bir yazıda şu ilginç ifade yer alıyor (o günlerde Hatay ve dolayısıyla İskenderun henüz Türkiye’ye katılmamıştır – TT):

“Gilodo’nun Siyonist üyesi olduğu ve Filistin’e gidecek Alman Yahudilerine her konuda yardımcı olduğu tespit edilmiştir. Dört beş ay önce ellerinde muntazam pasaport olduğu hâlde, Adana’ya gelen ve Gilodo işletmesi ile görüştükten sonra İskenderun’a giden beş Alman Yahudisinden biri, İskenderun’da pasaportunu zayi ettiği için tutuklanmış ve talebi üzerine, Türkiye’ye iade edilerek Adana’ya gelmiştir. İfadesinde: Alman Yahudisi olduğunu, Almanya’da Yahudilere yapılan baskıdan dolayı Filistin’e gitmek için arkadaşları ile birlikte yola çıktıklarını, Adana yolu ile İskenderun’a gittiğini, pasaportunu kaybedince tutuklandığını, parası olmadığı için Adana’da bulunan Siyonist Cemiyeti reislerinden Gilodo’dan yardım görmek üzere Türkiye’ye iade edilmesini rica ettiğini söylemiştir. Alman Yahudisinin bu ifadesi, Gilodo’nun ve doğal olarak da işletmesinin Siyonist işleri ile ilgili olduğuna şüphe bırakmamaktadır.” (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No:148).

Emniyet istihbaratının bu yorumunu, o günlerde Türkiye’deki Alman hayranlığının ve Yahudi antipatisinin bir örneği olarak görebiliriz. Emniyet belli ki, böyle bir davranışın insani kaygılarla yapılmış olma ihtimalini tümüyle dışlamaktadır.


MALİYE BAKANLIĞI DEVREYE GİRİYOR

İçişleri Bakanlığı ve istihbarat bürokrasisinin sıkı denetimine tâbi olan Gilodo’ya bir sürpriz de Maliye Bakanlığı’ndan geliyor. Maliye Bakanlığı’nın 27 Nisan 1942 tarih ve 42432/950 sayıyla Dâhiliye Vekâleti’ne gönderdiği yazıda şu bilgilere yer veriliyor:

“Adana’da bulunan ve Gilodo isminde ülkemize mülteci olarak gelen bir Musevi tarafından idare edilmekte olan, pamuk ve nebati yağlar fabrikasının hesaplarından İstanbul Baş Hesap Uzmanı Rasim Baydar tarafından yapılan inceleme sonucunda, bahsi geçen fabrikanın gerçekte Gilodo’ya ait olmayıp merkezi Londra’da bulunan Turkish Trading Companies Limited Kuruluşu’nun malı olduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle, şirkete kesilen cezalı 800 bin küsur liranın tahsilini temin için, fabrika ve müştemilatına ihtiyati haciz konmuştur. Bunun üzerine, Gilodo tarafından mahkemeye müracaat edilerek, hacizli mala hak sahibi olma iddiası ile bir dava açılmıştır.”

Bu davanın sonucuna dair herhangi belgeye ulaşamadım. O günkü rakamlarla çok ciddi bir cezaya tekabül eden bu paranın Gilodo tarafından ödenip ödenmediğini bilmiyoruz.

Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 18 Mayıs 1942 gün ve Ş.B.I.18864 sayılı yazı ile Maliye Bakanlığı’na gönderdiği bilgi notunda ilginç bir bölüm bulunmaktadır.

Son derece detaylı bir soruşturma yürüten Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Gilodo hakkında vermiş olduğu hüküm cümlesi hayli ilginçtir:

“(…) II- Bütün bu bilgilerin kaynağı hakkında dosyamızda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Bu konuda daha fazla ve detaylı açıklama almak için, Hazineyi temsilen bir avukatın Seyhan Valiliği ile görüşmesinin uygun olacağı, ayrıca gerekirse Millî Emniyet Hizmeti Reisliğinden, adı geçen Kaymakam Refii Kerim’den bilgi istenilmesini, saygılarımla arz ederim.” (EGM Arşivi, 11312-36 Numaralı Dosya, Belge No: 27).


SEYHAN VALİLİĞİ'NİN TÜM İDDİALARA  CEVABI

Seyhan Valiliği 7 Kasım 1933 gün ve Emniyet Siyasî Ş. 2245 sayı ile Dâhiliye Vekâleti’ne gönderdiği cevapta özetle, iddiaların bir kısmı teyit edilirken, önemli bir kısmı ciddi bir hukuki ve kurumsal dille reddedilmiştir. Raporda ismi geçen Adana Polis Müdürü İbrahim Ünalan’ın İstiklal Savaşı madalyalı bir polis memuru olduğu, isminin böyle bir olayda geçmesinin bile üzüntü verdiği ifade edilmiştir.

Fabrika müdürü Emin Bey’in de 1. Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düştüğü, Kurtuluş Savaşı’nda askeri polis teşkilatında çalıştığı, güvenilir bir insan olduğu söylenmiştir.

Posta memuru Raif’in rüşvet almadığı, oğlu Salim’in parasız kaldıkça Gilodo’yu tehdit ederek para aldığı, Gilodo’nun bu durumu kurumlara şikâyet ettiği tespit edilmiştir. Diğer kamu görevlilerinin görevi kötüye kullanma suçlaması değerlendirilmiş, suçlamalar reddedilmiştir.

Bu dosyanın başında, Gilodo Fabrikası’nın bir “casusluk yuvası” olarak hikâyesinin emekli bir subayın bir dergiye yazdığı makaleden özetlenerek geçtiğimiz günlerde ulusal basında yer aldığını belirtmiştik.

Makale sahibi emekli subay, tarihçi Dr. Servet Avşar’ın makalesini bitirme şekli hayli ilginç:

“Örneğini verdiğimiz iki ihbarda olduğu gibi, ülkesini seven, maddi ve manevi yönden olgun bir düzeye gelmiş olan her Türk vatandaşının, düşmanların açık veya gizli bir şekilde ülkemize verebilecekleri zararlara karşı uyanık bulunması ve mücadele etmesi gereklidir. Tüm vatandaşlarımız, diğer tüm ülkelerde olduğu gibi, istihbarat çarkının doğal olarak fahri bir üyesidir. Ülkemiz ile ilgili edinmiş oldukları herhangi bir bilgiyi, formalitesiz ve herhangi bir endişe taşımaksızın başta Millî İstihbarat Teşkilatımız olmak üzere, diğer tüm ilgili birimlere bildirmelidir. Tüm bu anlattıklarımızın sonunda, idari olarak yürüyen bu soruşturmanın adli boyuta ulaşıp ulaşmadığını, herhangi bir mahkeme kararının olup olmadığını bilmiyoruz. Normal olarak asgari hukuk devletinin gereği, tüm bu yazışmaların adli boyuta geçmesidir. Mahkemelerin bu konuda yetkili olmasıdır. Bu durum mahkemelere yansımadıysa, idarenin keyfiliği bahis mevzudur.”



GİLODO'NUN YAKASINDAN BU KEZ 'VARLIK VERGİSİ' TUTUYOR

Önce İçişleri Bakanlığı sonra Ticaret ve Maliye Bakanlığı’nın bunaltıcı denetimleri ile köşeye sıkışan Gilodo ailesi 1942’de bir sürprizle daha karşılaşmış, o yıl yayımlanarak yürürlüğe giren Varlık Vergisi, ailenin yeni kâbusu olmuştur.

Gayrimüslim iş adamlarının ülkeyi terk etmesine ve Türkiye’de sermayenin el değiştirmesine neden olan, günümüzde de hâlâ tartışılan Varlık Vergisinin Adana boyutu belli olduğunda, Gilodo için de sonun başlangıcı evresine girilmiş oluyordu.  

İlginçtir, Varlık Vergisi Tarh Olunan Tüccarlar Listesi’nde (sıralama tarh olunan miktara göre yapılıyordu) ilk sırada Gilodo ailesi yer almıştır. Gilodo tahakkuk eden vergiyi de ödemiş, direnmeye devam etmiştir. (“Adana’da Varlık Vergisi Uygulamaları”, 1942 – 1944).



SABANCILAR SAHNEDE:  SAKIP  AĞA  ANLATIYOR...

Tüm olup bitenler karşısında direnmeye devam eden Gilodo’ya, bu sefer devletten değil özel sektörden taarruz başlar. Hem de çok tanıdık bir yerden.

Hatıratında Sakıp Sabancı anlatıyor:

“O tarihte çiğidin tek alıcısı da S. R. Gilodo, Nebati Yağ Fabrikası. Fabrikanın almadığı çiğidi yakmaktan başka kullanım alanı bilinmiyor. Fabrika Salomon Rafael Gilodo isimli bir Rus Musevisi göçmenine ait. Gilodo, Rus ihtilali sırasında Anadolu’ya göçmüş, önce Mersin’de yaşamış, 1927 yılında Adana’ya gelerek, İstasyon civarında Rus’un Fabrikası diye tanınan Nebati Yağ Fabrikası’nı kurmuş. Babam ve arkadaşları uzun bir süre Gilodo’ya, O’nun verdiği fiyattan çiğit sattıktan sonra rahatsız olmaya başlamışlar.

“Harp konjonktüründe yağ fiyatları yükselip, Nebati Yağ Fabrikası’nın kârı artınca, rahatsızlıkları daha da büyümüş. O yıllarda Gilodo’nun fabrikasında 150 kadar işçi çalışır, yılda 1.8 milyon kilo pamuk yağı, 5.8 milyon kilo küspe, 143 bin kilo sabun üretilirmiş.

“Bu üretim rakamları ve o günün 8-10 milyonluk cirosu, gerçekten herkesin iştahını kabartacak bir cazip iş olarak görülmeye başlamış. Hacı Ömer ve ortakları Gilodo’ya gitmişler. Bu fabrikayı bize sat demişler. Gilodo, satma işine hiç yanaşmamış. Ümidi kesen babam ve ortakları, hemen Gilodo’nun fabrikasına bitişik araziyi satın almışlar.

“1944 yılında babam Hacı Ömer ve ortaklarının ilk sınai tesisleri Türk Nebati Yağlar Fabrikası üretime geçmiş. Türk Nebati Yağlar Fabrikası’nın kurulmasıyla, yaşam şansının ortadan kalktığını gören Gilodo, bir yıl sonra kendi Nebati Yağ Fabrikası’nı da babam Hacı Ömer ve ortaklarına satmış. Bu fabrikanın adını 1945 yılında Toroslar Yağ Fabrikası olarak değiştirmişler. Uzun yıllar böyle çalıştı. Fabrikanın tamamı zamanla Sabancıların oldu, genişletildi. Margarin tesisleri eklendi, bugünkü Marsa haline geldi. (Sakıp Sabancı, “İşte Hayatım” s. 60, 61).

Yerel şiveyle konuşması, sempatik tipolojisi ile her daim gülümsememize sebep olan Sakıp Ağa, olan biteni ne de güzel anlatmış…

Hacı Ömer Ağa tabii ki zeki bir adam. Gilodo’dan alınan fabrikanın başına, Milli Mücadele döneminde Adalet Bakanlığı yapmış olan Ahmet Rıfat Çalık’ı getirerek, milli mühürü fabrikanın böğrüne basmış.


İLGİNÇ HİKAYE DEĞİL Mİ?

İhbar mektupları ile başlayan, Maliye Bakanlığı tazyiki ile devam eden, Varlık Vergisi ile sıkıştırılan Yahudi işadamına son kroşeyi yerli ve milli sermaye olan Hacı Ömer Sabancı vurmuş.

O dönemlerde hiç kimsenin aklına gelmeyen pamuk yağını imal etmiş, halkta karşılık bulamayınca köylere kadar ücretsiz dağıtmış, ayçiçek ekiminin akıllara gelmediği vakitlerde ayçiçek ekimini gündeme getirmiş (Adana günümüzde yağlık ayçiçek üretiminde öncü bir şehirdir) sıra dışı bir sanayici Gilodo. Pamuğun itibarını zedelemeye çalışıyor algısı yaratılmaya çalışıldığı senelerde, pamuk ve türevleri alanında devrim yapmış bir insan.

Pamuk o yıllarda o kadar itibarlıymış ki, bu bitkinin üretimini ve dağıtımını yönetmek üzere Pamuk İşleri Genel Müdürlüğü kurulmuş (4 Haziran 1937).  Adana tarımında milat sayılan Çukobirlik’in kuruluş tarihi ise 1940.

O yıllarda Adana’da pamuk üretimini gösteren çizelgeyi paylaşıyorum (bu çizelge için Adana Ticaret Borsası Başkanı Şahin Bilgiç’e teşekkür ediyorum):



GİLODO'YA YÖNELİK İTHAMLARIN EN KOMİĞİ

Raporlarda geçen “Gilodo Sudan’dan tohum getirdi, bunun bir kısmı ekildi, bu nedenle o dönem pamukta kurt görüldü” ithamı ise hakikaten komiktir. Bu konuda onlarca bilimsel makale yazılmıştır; Çukurova bölgesinde yeşil kurt ile mücadele her daim gündemde olmuştur, bugün bile bir sorun olarak varlığını devam ettirmektedir.

slında iddiaların iler tutar bir yanı yok. Fotoğraf çok net. Hikâye, Adana sanayi tarihine çok önemli katkılar yapmış bir ailenin yok edilme hikâyesidir.

Tüm bunları okurken, Kanlı Topraklar’ın yazarı Orhan Kemal geldi aklıma. Birçok romanına serpiştirdiği, bazen Tanrı’ya dahi isyan ettiği haksızlıklar… Kanlı Topraklar’daki Topal Nuri gözümün önünden hiç gitmiyor. Kanlı Topraklar benzetmesini ise hayli manidar buluyorum.

Tüm bunların üstüne, merak ettiğim başka bir husus daha var; Gilodo FETÖ’cü müydü?

(NOT: Yazı boyunca atıfta bulunduğumuz Emniyet Genel Müdürlüğü arşivine dayalı bilgiler, Dr. Servet Avşar’ın makalesinden alınmıştır.)



* * *


Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


_________________________________






15 Ağustos 2022 Pazartesi

Ayşe Hür, Murat Belge ve Sevan Nişanyan : Salman Rüşdi'ye saldırı üzerine...



Ayşe Hür, Murat Belge ve Sevan Nişanyan : Salman Rüşdi'ye saldırı üzerine...


Salman Rüşdi ve Şeytan Ayetleri...

AYŞE HÜR
-----------------



Dün (12 Ağustos 2022) New York'ta, Chautauqua Enstitüsü'ndeki bir konferans sırasında, Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rüşdi, 24 yaşındaki Hadi Matar adlı biri tarafından defalarca bıçaklandı. Hastaneye kaldırılan Rüşdi'nin hayatından endişe ediliyor. Temsilcileri, bir gözünü kaybedebileceğini, boynunun, karaciğerinin ve kol sinirlerinin yaralandığını açıklamışlar biraz önce.) Bu suikast, 33 yıllık bir fetvanın son hamlesi, bunu biliyorsunuzdur. Belki bilmediğiniz ayrıntılar vardır diye bilgileri bir araya getirdim.
Yazarın Şeytan Ayetleri (The Satanic Verses) adlı romanı 26 Eylül 1988’de İngiltere’de basıldığında İslam ülkelerinde çok büyük bir infiale neden olmuştu. Kitabı okuduğu şüpheli kişilerin 12 Şubat 1989’da Pakistan’ın başkenti İslamabad’daki protesto gösterilerinde altı kişi ölmüş, 60 kişi yaralanmıştı. İran İslam Devrimi’nin(!) lideri Ayetullah Humeyni’nin 14 Şubat’ta yayınladığı, Rüşdi’yi ve kitabı yayınlayanları öldürmenin her Müslüman’ın görevi olduğunu söyleyen fetvası üzerine olaylar çığrından çıkmış, 25 Şubat'ta Hindistan'ın başkenti Mumbai'deki gösterilerde 12 kişi ölmüş, 40 kişi yaralanmıştı.

KİTAP NEDEN TEPKİ ÇEKTİ?
Yazar, Hindistan’dan İngiltere’ye kaçırılan bir uçağın Londra üzerinde patlaması sayesinde bir mucize eseri kurtulan iki Hintli Müslüman karakter etrafında ördüğü olaylar ile aslında iyi ve kötü arasındaki ebedi savaş, mültecilik, köksüzlük, kimlik bölünmesi, dışlanma, başkalaşım gibi konuları ele aldığını ileri sürüyor. Ancak romanın tahrik olmaya her zaman çok açık olan İslami çevrelerde bu kadar tepki yaratmasının nedenleri arasında Haçlı Seferleri sırasında Muhammed için kullanılan aşağılayıcı Maharut (Mahound) adının kullanılması; İslam öncesi dönemi ifade eden Cahiliye teriminin Mekke şehri için kullanılması; kahramanlardan birinin adının Cebrail, Şeytan'ı temsil eden diğerinin adının "Kudüs Fatihi" diye yüceltilen Selahaddin olması; Muhammed'in en sevgili karısı Aişa adının fanatik bir Hintli kız için kullanılması; Cahiliye şehrinin genelevinde Muhammed'in eşleriyle aynı isimli fahişelerin çalışması; İbrahim'in çöle attığı İsmail'in "piç" olarak adlandırılması; Peygamberin Selman-ı Farisi adlı katibinin Kuran'ın imlasında yaptığı küçük değişiklikleri fark etmemesi üzerine İbn Ebî Serh adındaki Mekkeli birinin İslam dinini terk etmesi ve nihayet Arap tarihçileri Vakidi (ö. 822) ve Taberî’ye (ö. 923) dayanarak, Kuran’da bir zamanlar var olan ancak sonradan çıkarılan bazı ayetlere Şeytan’ın karışmayı başardığına dair eski bir söylenceye, yani Garanik Vak'ası'na yer verilmesi vardı.

GARANİK VAK'ASI NEDİR?

İslam Ansiklopedisi ilgili maddesinde şöyle diyor: "Sözlükte 'beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız' anlamlarına gelen gurnûḳ (gırnîḳ) kelimesinin çoğuludur. İbnü’l-Kelbî ile Yâkūt el-Hamevî’nin belirttiklerine göre Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve diğer üçüncüsü Menât hürmetine, çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır' diyerek onları yüksekte uçan kuşlara benzetirlerdi. Meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanan Kureyşliler’in, putlarını genç ve güzel kızlara benzetmiş olmaları da mümkündür."
Şimdi buraya dikkat edin: "İslâm literatüründe garânîk kelimesi, Hz. Peygamber’in müşriklerin gönlünü İslâm’a ısındırmayı arzu ettiği bir sırada, ŞEYTANIN TELKİNİYLE VAHİYLERE ALLAH KELAMI OLMAYAN BAZI SÖZLER KARIŞTIRDIĞI VE DAHA SONRA CEBRAİL'İN İKAZIYLA BUNDAN VAZGEÇTİĞİNİ iddia eden rivayetler münasebetiyle kullanılmış ve daha çok Necm sûresiyle (53/19-20) Hac sûresindeki (22/52-54) âyetlerin nâzil oluşuna ilişkin tartışmalara konu olmuştur."


HUMEYNİ'NİN FETVASI

Anlamışsınızdır hassasiyet yaratan konuları. Konumuz dini dogmaları tartışmak olmadığı için devam ediyorum. İslamiyet'in pek çok kutsalına dokunması yetmezmiş gibi İslam tefsircileri arasında yüzlerce yıldır süren bu ‘Şeytan Ayetleri’ meselesini romanına konu etme cesaretini/cüretini/akılsızlığını (bakış açısına göre hepsi denebilir) gösteren Salman Rüşdi, başta da söylediğim gibi 14 Şubat 1989'da 3 milyon dolarlık ödülle sağlama bağlanan Humeyni fetvasını izleyen on yılda, parasını kendi ödediği koruma ordusuyla gizli evlerde yaşadı. Ölüm korkusuyla bir ara kendini Müslümanlığa yakın hissettiğini söyledi ancak, hakkındaki fetvanın kaldırılmadığını görünce bu tür ifadelerden vazgeçti.
1997’de İran Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Hatemi’nin fetvayı uygulamaya niyetleri olmadıkları yolundaki ifadeleri üzerine Rüşdi biraz rahatladıysa da, 2005 yılında, fetvanın yayımlanmasının yıldönümü şerefine bir açıklama yapan İran Devrim Muhafızları, fetvanın hala geçerli olduğunu, Rüşdi’nin İslam’ı aşağılamasının hesabını bir gün mutlaka vereceğini açıklayınca İslam dünyasında ‘ifade özgürlüğü’ konusunda bir arpa boyu yol gidilmediği anlaşıldı.
2007’de İngiltere Kraliçesi Rüşdi’ye bir ödül verince ortalık yine karıştı, Pakistan ve İran’ın İngiltere büyükelçileri unvanın verilmesini kınadılar. Malezya ve Pakistan’da protesto gösterileri düzenlendi, Rüşdi’nin kuklaları yakıldı.


Aziz Nesin


AZİZ NESİN'İN ÇEVİRİSİ
Aziz Nesin 11 Mayıs 1993'te Şeytan Ayetleri'ni yayımlayacağını duyurunca gerilim Türkiye'ye sıçradı. 27 Mayıs'ta kitaptan bölümler Türkçe olarak Aydınlık gazetesinde tefrika edilmeye başladı. Manşet, SALMAN RÜŞDİ: DÜŞÜNÜR MÜ, YOKSA ŞARLATAN MI? diye atılmıştı. Bir başkasında Selman Rüşdi, Şeytan formuna sokularak resmedilmişti. Sonraki günlerde daha fazla alıntı vardı ve Nesin'in bu alıntılar hakkındaki yorumu, Rüşdi cephesinde onun 'Şarlatan diyenler kampı'nda olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.

MURAT BELGE'NİN ARABULUCULUĞU
O sıralarda İngiltere'de olan Murat Belge'nin dediğine göre Rüşdi, üstüne üstlük, tercümenin de edebiyattan anlamayan birinin elinden çıkmış "yalapşap" bir çeviri olduğunu duymuştu ve Nesin'i dava etmeye karar vermişti. Ancak Belge, aracılık yapan kişi, Nesin'in kötü niyetli olmadığı, sadece o günlerde sağlık sorunları yüzünden yakında ölmekten endişe ettiği için, aceleyle hareket ettiği konusunda ikna etmişti. Bunun üzerine de Rüşdi davadan vazgeçmiş, bunun yerine Rüşdi'yi temsil eden Wylie Ajansı, Nesin'e sert bir mektup yazmıştı. Nesin'in cevabı alttan almak yerine 28 Haziran 1993 tarihinde bir cevap mektubu yayımlamak oldu. Bir yerinde şöyle diyordu: “Benim Salman Rüşdü’nün bu romanını yayımlamaktan amacım, ne yazarın davasına hizmet etmek, ne de Türkiye’deki tutucuları kışkırtmaktır. Salman Rüşdü’nün davasından bana ne? Bizim, onun davasından çok daha önemli savunduğumuz kendi davalarımız var." Nesin ayrıca tefrikaları yayınlamaya devam etmeyi planladığını ve Rüşdi itiraz ederse kendisini mahkemeye verebileceğini belirtiyordu. Yani kılıçlar çekilmişti.
Bilindiği gibi Aydınlık tefrikaları, 2 Temmuz 1993 Sivas-Madımak Katliamı’nın gerekçesi yapılacaktı failler tarafından. Aziz Nesin Salman Rüşdi Şeytanı'nın işbirlikçisi diye yaftalanacak, ölümden son anda kurtulacaktı.
Daha sonra Aziz Nesin TGRT'ye çıkarak Aydınlık'ta yayımlanan çevirilerle ilgisinin olmadığını, kendisinin ayrıca bu işlerden anlayan birine çeviri yaptırdığını; kendisinin hiçbir peygamberin ailesine, hatta bugün yaşayan insanların ailesine saldırmasından yana olmadığı; ancak saldırıldı diye kitabı yasaklamaktan veya saldırıldı diye o adamı öldürmekten yana olmadığını söyledi. Kitabı basmak için de Salman Rüşdi'nin ajansından basım için izin beklediği belirtti. Bu açıklama ikili arasındaki tansiyonu biraz düşürmüştü.

salman Rüşdi



WALLRAFF'IN EVİNDE BARIŞMA
Nitekim 1993 yılının tespit edemediğim bir tarihinde iki yazarı ortak dostları olan, Batı Almanya'daki insan hakları ihlalleri ve yabancı düşmanlığını anlatan En Alttakiler kitabının yazarı Hans-Günter Wallraff Almanya’da Köln'deki evinde buluşturdu.
Salman Rüşdi buluşmayı şöyle anlatmıştı: "(Londra'daki) Biggin Hill'den Köln'e uçtuk ve Günter'in evinde buluştuk. Büyük gazeteci ve karısı gürültülü, neşeli ve misafirperverdi. Wallraff hemen masa tenisi oynamamız konusunda ısrar etti. Wallraff'ın güçlü bir oyuncu olduğu ortaya çıktı ve oyunların çoğunu kazandı. Ufak tefek, tıknaz, gümüş saçlı Aziz Nesin pinpon masasına gelmedi. İçinde bulunduğu durumdan mutsuz olan fena halde sarsılmış bir adam gibi görünüyordu. Bir köşeye oturdu ve kara kara düşündü. Bu umut verici değildi. Aralarında Wallraff'ın tercümanlık yaptığı ilk resmi konuşmada Nesin, Aydınlık'ta olduğu gibi küçümseyici olmaya devam etti..."
Ekip birlikte iki gün geçirdikten sonra, buzlar erimiş, sonunda Nesin homurdanarak elini uzatmıştı, kısa bir tokalaşmanın ardından daha da kısa bir kucaklaşma ve herkesin rahatsız olduğu bir fotoğraf çekilmişti. Ardından Wallraff, 'İyi! Artık hepimiz arkadaşız!' demişti, herkesi Ren'de motorbotla gezmeye götürmüştü. Nesin'le Rüşdi, ortaklaşa dinsel fanatizmi ve Batı'nın buna tepkisinin zayıflığını kınamışlardı. En azından kamuoyu nezdinde yarık kapanmıştı. Wallraff'ın adamları tüm olayı filme almışlardı. Bu kaydı buluşmadan hemen sonra Mehmed Ali Birand 32. Gün programında kamuoyuyla paylaşacaktı.
Bilindiği kadarıyla Salman Rüşdi ile Aziz Nesin'in başka bir teması olmadı. O günden sonra Aziz Nesin'in Salman Rüşdi hakkındaki fikri değişmiş miydi öğrenemedim ama, Nesin 6 Temmuz 1995'de kalp sorunları yüzünden öldükten 7 yıl sonra, yani 2012'de yayımlanan Salman Rüşdi'nin otobiyografisinde, Aziz Nesin’den hala "hırsız" ve "provokatör" olarak bahsedilmesi, Rüşdi'nin Köln'de hiç de samimi davranmadığını gösteriyordu.

İSLAMCILARIN DİĞER KURBANLARI
İslamabad ve Mumbai'deki kurbanların dışında, kitabın Japonca çevirmeni Hitoshi Igarashi 11 Temmuz 1991’de bıçaklanarak öldürüldü. İtalyanca çevirmeni Ettore Capriolo 3 Temmuz 1991’de bıçaklandı, neyse ki kurtuldu. Norveç’teki yayımcısı William Nygaard, Ekim 1993’de üç kere saldırıya uğradı ama neyse ki o da ölmedi. (Tarihini tespit edemedim ama Belçika'da kitabın fetvalık olmadığını açıklayan bir müftü ve yardımcısı öldürüldü diyor bazı kaynaklar.)
Dahası, 1993'te ABD'de Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalayan ekibin lideri Kör İmam lakaplı Ömer Abdurrahman, Mısır'ın Nobelli yazarı Necip Mahfuz'un 1959’da yazdığı ve Arapçada sadece 1967’de Lübnan’da basılan Cebelavi Sokağı’nın Çocukları adlı romanı için, "roman yayımlanır yayımlanmaz Mahfuz ortadan kaldırılsaydı Salman Rüşdi, Şeytan Ayetleri'ni yazmaya cesaret edemezdi" demesi üzerine Mahfuz hakkında "din düşmanı" fetvası çıkarıldı. Mahfuz 14 Ekim 1994 günü, evinin önünde bıçaklı saldırıya uğradı ve boyun bölgesinden ağır bir yara aldı. Geçirdiği bir dizi ameliyat sonrasında sağ tarafına felç indiğinden eli kalem tutamaz hale geldi.

Ayşe Hür


BİTİRİRKEN
Yıllarca kaçtıktan sonra birazcık korkuları geçmiş görünen Salman Rüşdi, daha sık seyahat ediyor, konferanslara katılıyordu. 2019 yılında gazetecilere, her yıl Humeyni fetvasının ilan edildiği 14 Şubat tarihlerinde İslamcı fanatiklerden bir nevi "Sevgililer Günü" kartı aldığını ve kartta "Seni unutmadık, bir gün öldüreceğiz” yazdığını, ama bu tehditlerin artık "gerçek" değil "retorik" olduğunu düşündüğünü belirtmişti. Anlaşılan Salman Rüşdi İslam fanatizmini tam idrak edememişti. Nitekim dün aynen Necip Mahfuz gibi boynundan defalarca bıçaklanarak öldürülmeye çalışıldı. Bu olayı atlatırsa sevinmek zor, çünkü ömrünün sonuna kadar sürekli endişe içinde yaşamak zorunda kalacak.
Bu arada Şeytan Ayetleri'nin Türkçede hala basılmadığını hatırlatalım. Bu gidişle basılmasını beklemek hiç gerçekçi değil...
Evet, İslam'ın hoşgörü ve barış dini olduğuna dair bu son hikaye, bakalım nasıl bitecek?


Ayşe Hür

***


Salman Rüşdi unutulmaya terk edilmişken...


SEVAN NİŞANYAN
------------------------------
Salman Rüşdi'nin Shame adlı romanı Türkçeye 'Utanç' diye çevrilmiş. Belki 'Ayıp' daha doğru olurdu. Pakistan'ın idam edilen başbakanı Zülfikar Ali Bhutto ile kızı Benazir aleyhine pespaye bir karakter suikasti çalışmasıdır. 1983'te piyasaya çıkmasından bir iki yıl sonra okumuş, ben Bhutto ailesinden olsam ne yapar eder bu puştun hakkından gelirdim diye aklımdan geçirmiştim.

 Şeytan Ayetleri kitabıyla tanınan İngiliz yazar Salman Rüşdi,  12 Ağustos 2022'de New York'ta katıldığı bir etkinlikte konuşma yaptığı sırada bıçaklı ve yumruklu saldırıya uğradı...


Kasım 1988'de Şeytan Ayetleri yayınlandığında Benazir Bhutto Pakistan başbakanıydı. Kitabın macerası 2 Aralık'ta İngiltere'nin Bolton kasabasında Deobandi cemaatine bağlı Pakistanlıların düzenlediği protesto ile başladı. Ocak 1989'da bu kez Bradford'da tüm Paki siyasi gruplarının katıldığı bir gösteriyle kitap yakıldı. 12 Şubat'ta Pakistan başkenti İslamabad'da devasa bir protesto gösterisi yapıldı. İslam dünyası gösteriyi coşkuyla karşıladı. Dünyanın dört bucağında bağırıp çağıranlar oldu.
İran lideri Humeyni bu tarihte bedensel ve ruhsal sağlığını büyük ölçüde yitirmiş, kibir ve nefretle gözü dönmüş bir ihtiyar zorbaydı (dört ay sonra ölecektir). ABD kuklası olarak gördüğü Pakistan'ın güçlenmesinden endişeliydi. Nispeten seküler bir görüşü temsil eden Benazir Bhutto'nun küresel ölçekte İslami tepkinin önderliğini yüklenmesine izin veremezdi. 14 Şubatta yayınladığı bildiriyle Rüşdi'nin ölümüne ferman verdi. Benazir'in kozuna koz bastı.
Bildiri elbette fetva değildi (fetva hukuki bir görüştür, icrai değeri yoktur, nitekim Humeyni bildirisini 'fetva' olarak nitelemedi, fetva etiketini Batı medyası uydurdu); İran yasalarına ve uluslararası hukuka da aykırıydı (İran yasalarına göre ölüm hükmünü ancak yasalara göre kurulmuş bir mahkeme verebilir). Dolayısıyla hukuki açıdan fazlaca zorlanmadan gözardı edilebilirdi; İran hükümetinin verdiği sinyaller de o yöndeydi.

Sevan Nişanyan


Fakat 'fetva' tüm tarafların işine geldi. İslam dünyası, Batının aşağılayıcı küstahlığına karşı ortak bir dava bulmuş olmaktan memnundu. Batı'nın yöneticileri, tam o günlerde çöken Soğuk Savaş cepheleşmesinin yerine yeni global şeytan olarak seçtikleri İslam dünyasına karşı 'Medeniyetler Savaşı'nı parlatmakla meşguldü. Bu yüzden hadiseyi şişirdikçe şişirdiler, üçüncü sınıf bir romancı taslağını Medeniyetler Savaşı'nın ilk azizi ve - kısmet olursa - ilk şehidi olarak lanse ettiler.


Medeniyetler Savaşı, heyhat, Soğuk Savaş gibi bereketli bir damar bulamadan söndü. Otuz yıl sürmeyen bir saltanatın sonunda, kısmen Türkiye'nin, kısmen de Suudi Arabistan'ın çabalarıyla, 2016 yahut 2019 dolayında sönüp gitti.
Salman Rüşdi çoktan işlevini kaybedip unutulmaya terk edilmişken şimdi durduk yerde şişlenmesinin nedeni nedir, belki zamanla anlaşılır. Belki de anlaşılmaz, kim bilir?

Sevan Nişanyan (15 Ağustos 2022)


* * *

Salman Rüşdi...


MURAT BELGE
-----------------------
Humeyni'nin Müslümanlar'ı Salman Rüşdi'yi öldürmeye davet eden (ve bunu yapacak olan kişiye yüksek parasal ödül vaad eden) ünlü fetvasını yayımlaması herhalde seksenlerin sonlarına denk gelmiş olmalı. Dünyayı epey sarsan fetvadan sonra Humeyni fazla yaşamadı. Onun ölümünden sonra da devam eden Mollalar rejimi bir süre sonra fetvayı ilga etti.

İran'ın bu davranışı büyük çoğunluğu rahatlattı. Salman'ın hayatını tehdit eden bu akıl almaz metin ortadan kalkınca bu akıl almaz işi kimsenin yapmaya kalkışmayacağı düşüncesi yaygınlaştı ve yıllar böyle geçti. Ben kendi hesabıma rahatlamamıştım. Çünkü bilirim ki böyle bir durumda çoğunluktan değil, fanatik bireylerden korkmak gerekir. "Mademki Humeyni söyledi, emri yerine getirmek gerek. Şimdiki adam şeriatı ondan iyi mi bilecek?" diyen birkaç birey, hiç değilse bir birey çıkabilir; bu da zaten yeter.

Nitekim çıktı. Yirmi yaşlarında bir adam olduğu söyleniyor.  Böyle adamlar belirli bir düşünceden çok belirli bir mizacın taşıyıcısı olurlar. Salman ne demiş, bu dediği gerçekten bir küfür, bir hakaret sayılır mı, böyle şeylerle uzun boylu alışverişleri yoktur. Ama dine dayalı bir gerekçeyle bir adam öldürme eylemini dayanılmaz derecede çekici bulurlar -parasal ödülden de çok daha çekicidir bu eylemi gerçekleştirmek. 

Salman Rüşdi


Zaman... Zaman geçiyor. Her sabah "Salman bugün saldırıya uğrar mı?" diye düşünerek uyanmazsınız tabii. Ama Salman ne zaman aklıma gelse (gene çok insani bir alışkanlığa uyarak) kendi güvenliğiyle ilgili tedbirlerde iyice gevşediğini görüp tedirgin oluyordum. 

Şimdiye kadar izlediğim haberlerden, sağlık durumu üstüne yeterli bir fikir aldığımı söyleyemem. Doktorlar da duruma tamamen hakim olmayabilirler. Belki de dünyanın yaşayan en iyi romancılarından biri dünyayı bu yoldan terk edecektir (uğursuz düşünceler!).

Murat Belge


Dini bir "suç ve ceza" denklemi olarak benimsemekte kararlı insanlar var bu dünyada. "Yasak" demekten, "günah" demekten zevk alan, gülmekten korkan insanlar. Uzatmak istemiyorum, ama yazıyı kesmeden önce, Türkiye'de de bu eğilimi bir şekilde temsil eden kişilerin öne çıkmaya başladığını söyleyeyim. Örneğin "festival yasaklamak" gibi bir davranış bu eğilimin çok uzağında değil.

İslam dünyası festival yasaklayanların, yazar bıçaklayanların, insanları yakarak öldürenlerin sözünün geçer olduğu bir alem olmamalı.

Murat Belge (T24 İnternet Gazetesi, 14 Ağustos 2022)



* * *



Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


_________________________________








İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli...

  İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli... ✓ 21 Nisan Pazar günü yine Kültürpark'ın ...