30 Aralık 2019 Pazartesi

Ergenekon: Savcısıyla avukatını birleştiren dava…



Ergenekon: Savcısıyla avukatını birleştiren dava…

Yalçın Ergündoğan

--------------------------

Sıcaktan kavrulan, giderek daha da derinleşen ekonomik krizle boğuşan, dayatılan “tek adam rejimi” ile bunalan Türkiye, İstanbul’dan aldığı “moral”le “her şeyin çok güzel olması”nı bekliyor. Bu bekleyiş sürerken Türkiye, Temmuz ayına sonucu epeydir bilinen ve beklenen bir mahkeme kararı ile girdi.
Her ne kadar gidişattan sonucu çoktan belli olmuş olsa da İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesinde yeniden görülen Ergenekon davasının, 10. duruşması ardından açıklanan karar; ana muhalefetle iktidarı bu “milli mutabakat”ta hizaladı.
Daha önce verilen beraat, görevsizlik ve düşme kararları sonrasında 235 sanık yönünden devam eden "Ergenekon" davasında tüm sanıklar "silahlı örgüt kurmak, yönetmek, üyelik, yardım ve yataklık" suçlarından beraat etti. Danıştay saldırısının faili Alpaslan Arslan'a ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi. Sanıklar Osman Yıldırım, Erhan Timuroğlu ve İsmail Sağır da müebbet hapisle cezalandırıldı.

DAVANIN SAVCISIYIM DİYEN ERDOĞAN’LA, AVUKATIYIM DİYEN CHP UZLAŞTI

2 Temmuz’daki Meclis grubundaki konuşmasında, sonuçlanan “Ergenekon davası”na değinen” ana muhalefet”in başı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu;  "2007'de bir evin çatısında bulunan el bombalarıyla Ergenekon, Balyoz olayları başladı. Ne oluyordu da Türkiye'de, bir evde bulunan el bombalarıyla Türk ordusuna operasyon yapılıyordu? Tam 12 yıllık üretilen yalan çöktü" dedi.
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın zırhlı aracını savcıya verdiğini hatırlatan Kılıçdaroğlu; “ O günlerde 'Ben bu davaların savcısıyım' diyen kişi bugün en tepede oturuyor. Şimdi soruyorum o kişiye, o davaların savcısı olmaktan hicap mı duyuyorsun, gurur mu duyuyorsun?" ifadelerini kullandı.
Türkiye’ye dayatılan yeni rejim; AKP’yi devlet partisi haline dönüştürdükten  sonra, bir dönem karşı karşıya imiş gibi duran ‘devletlü  Ana muhalefet’le, yeni iktidar koalisyonunu  kolayca uzlaştırdı.

* * *
Hatırlarsanız, kod adı “Ergenekon” olan derin yapılanmalara dönük başlatılan operasyonlarda askerlere yönelik yoğun gözaltıların yaşandığı 2008’de konuşan dönemin CHP genel Başkanı Deniz Baykal,  “Sanki bu davanın savcısı Başbakan. Eğer bu davanın savcısı Başbakan’sa avukatı ana muhalefet partisi Genel Başkanı Deniz Baykal olacak” demiş, Tayyip Erdoğan, bu sözlere “Savcı millet adına vardır. İddia makamı millet adına oradadır ve biz de milletin hakkını aramanın gayreti içerisindeyiz. Eğer bu anlamda savcılıksa, evet savcıyım” diye yanıt vermişti…
Aradan geçen yıllarda yaşanan gelişmeler, kendisinin iktidarda kalmasını engellemeye dönük o günün “derin yapılarıyla” mücadeleye soyunan iktidar partisi ve onun liderini bu yapılarla uzlaştırdı.
İktidara oturduğunda yeterince donanımlı kadrosu bulunmayan AKP ve  Erdoğan başından beri, koalisyonları kötüleyerek ülkeyi aslında “koalisyonla” yönetmeye çalışıyordu.
Gülen cemaati kadrolarını devlet kurumlarına yerleştiren Erdoğan;  malûm gelişmeler sonrası cemaatle sürdürdüğü koalisyonun bozulmasının ardından o gün “savcısıyım” dediği davanın kilit sanıklarını, “orduya kumpas” ifadesi ile simgelenen manevra ile akladı. Aynı manevra sırasında “Kürt Barışı”na giden süreci hazırlamak için kurulan masayı da birçırpıda deviriverdi.
Denize düşenin yılana sarılacağı” deyişindeki gibi bir hamle ile zorunlu olarak “yeni koalisyonun sözcülüğü” göreviyle, küçük ortaklıkla iktidarda kalmayı sürdürdü.
El çabukluğu ile gerçek faillerin üzerinin örtülmesi ve devlet adına işlenen suçların perdelenmesi için pekçok masûm kişinin de mahkeme sürecinde içine doldurulduğu çuval, davaya kamuoyu desteğini de azaltarak, sonunda sönümlendirilip kapatıldı…
 19 Mayıs 1919'un 100.yıldönümü için Samsun'da düzenlenen törenlere CB Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Mustafa Şentop, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, DSP Genel Başkanı Önder Aksakal ve Anavatan Partisi Genel Başkanı İbrahim Çelebi katıldı...

Tabii, “Ergenekon” kod adlı ve şimdiki iktidar koalisyonunun büyük ortağı  olan yapı kriminalize olmuş küçük ortağına Selahattin Demirtaş’lardan, Ahmet Altan’lardan intikamlarını aldırtmayı da ihmal etmiyor.
Ergenekon Davası; savcısıyla, avukatını bir ”mutlu son”da birleştirmeyi başaran bir dava olarak da tarihte yerini alıyor…

* * * 
BU DA TARİHE BIRAKILAN BİR BELGE OLSUN!
Aralarında benim de bulunduğum akademisyen, hukukçu, hak savunucuları, sanatçı ve gazetecilerin bulunduğu 300 kişi, Ergenekon davasının karartılmaması, tersine derinleştirilmesi isteğiyle Ağustos 2008’de bir bildiri yayımlamıştı.
"Ergenekon iddianamesi ahtapotun kollarından birini yakalamıştır. Ancak, diğer kollara ve gövdeye ulaşmakta kendini sınırlamış kaygısı uyandırmaktadır" diyen aydınlar bu davayla Susurluk ve Şemdinli'de kaçırılan fırsatı yakalama olanağı doğabileceğini söylüyor. [Bianet.org, 13 Ağustos 2008]
Kazananın yurttaşlar, ‘demokrasimiz ve geleceğimiz’ olacağını ifade eden aydınlar, demokratik, özgür, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dayalı bir ülkede yaşamak isteyen herkesi davanın takipçisi olmaya çağırdı.
Bildirinin tam metni şöyle:
Yıllardır gözlerimizin önünde cereyan eden faili meçhul cinayetlerin, siyasi suikastlerin, devletin içine yuvalanmış çetelerin, halkı birbirine düşürmeyi amaçlayan hain provokasyonların, açık ya da örtülü darbelerin ülkemiz üzerine yaydığı karanlığın bir ucundan da olsa delinmesi olanağı Ergenekon davası ile Türkiye demokrasi güçlerinin önüne çıkmış bulunuyor.

Eleştirilebilecek yanlarına, eksikliklerine ve bazı tartışmalı kurgulamalarına rağmen Ergenekon İddianamesi özünde çok önemli suç iddiaları ve belgeleri içermektedir. Bu suçlar bütün derin bağlantılarıyla ortaya çıkarılabildiği takdirde, temiz toplum olma yolunda Susurluk’ta, Şemdinli’de elimizden kaçırdığımız fırsatı yakalama olanağı doğabilir. Yıllardır apaçık bildiğimiz olayların ve bu olayların ardındaki mihrakların aydınlatılarak adalet önünde hesap vermelerinden kazançlı çıkacak olan ne günün siyasi iktidarı, ne de şu veya bu siyasal çevredir. Kazanan biz yurttaşlar, demokrasimiz ve geleceğimiz olacaktır.

Ergenekon İddianamesi ahtapotun kollarından birini yakalamıştır. Ancak, diğer kollara ve gövdeye ulaşmakta kendini sınırlamış kaygısı uyandırmaktadır. Bu kaygı giderilmelidir. Örneğin askeri yargı, savcılığın gönderdiği belge ve bilgileri dikkate alarak yargılama sürecini işlettiği ve gereğini yerine getirdiği takdirde, Türkiye’yi kuşatan ve giderek derinleşen karanlığın aydınlanmasında önemli bir adım daha atılmış olacaktır. Ergenekon davasının, her türlü uzlaşmanın ötesinde toplumsal ve siyasal ufkumuzun aydınlanması davası haline gelebilmesi için siyasi irade şimdi her zamankinden daha gereklidir. Asker-sivil bütün kurum ve kuruluşlar da davanın karartılmaması ve mutlaka derinleştirilmesi için aynı kararlılığı göstermelidir.

Bu davanın hayati önemine inanan bizler, hukuki / adli sürecin kamu vicdanını her yönden rahatlatacak şekilde, yargı bağımsızlığı çerçevesinde, adil ve titiz yargılama ilkelerine sonuna kadar uyularak sürdürülmesini diliyoruz. Türkiye demokrasi güçlerinin, karşılarında bir siyasal kanadın değil devlet içine yuvalanmış çetelerin ve darbeci zihniyetin bulunduğunun bilinciyle Ergenekon davasının derinleşmesi ve öze varması için ortak mücadele vermeleri gereğine inanıyoruz. Demokratik, özgür, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dayalı bir ülkede yaşamak isteyen tüm yurttaşları, aklının ve vicdanının sesini dinleyerek davanın takipçisi olmaya çağırıyoruz…”   300 Aydın: "Ergenekon derinleştirilsin, kazanan yurttaşlar olacak..." ( 13 Ağustos 2008 / 300 Aydın: "Ergenekon derinleştirilsin, kazanan yurttaşlar olacak..." 










[ Bu makale ilk olarak 8 Temmuz 2019 tarihinde ARTI GERÇEK internet gazetesinde yayınlanmıştır: https://www.artigercek.com/yazarlar/yalcin_ergundogan/ergenekon-savcisiyla-avukatini-birlestiren-dava 




İLGİLİ 7 MAKALE...



1) “İşkenceyle tehdit ederlerse, elini ateşe sok da konuş…”


2)  Bizim ülkedeki rejimin adı ne?


3)  Ergenekon’un intikamı…


 4) Artık “yepyeni” Türkiye’deyiz!..


 5) Otoriter rejimler kendi ‘mezar kazıcılarını’ mı yaratıyor?..


 6) İktidardaki koalisyonun büyük ortağı kim?


 7) Ergenekon: Savcısıyla avukatını birleştiren dava…









İktidardaki koalisyonun büyük ortağı kim?



İktidardaki koalisyonun büyük ortağı kim?



Yalçın Ergündoğan

--------------------------



Şahin Alpay da, tıpkı bugün zindanda tutulan ve salıverilmeyen Ahmet Altan, Mehmet Altan gibi Türkiye’de gerçek bir demokrasinin kurulması ve gelişmesinin önünde en büyük engel olarak askeri vesayeti gören bağımsız aydınlardan biri idi. Askeri vesayet rejimine karşı amansız bir mücadele içindeydi. O ve onun gibi düşünen ve tutum alanlar durdukları pozisyonu hiç bozmadılar. Ama konjonktürel dengelere göre, iktidar koalisyonunda muazzam  ortaklık ve politika değişimleri oldu. Şahin Alpay da diğer vesayet karşıtı aydınlarla birlikte kendini zindanda buldu.

 Kemalist rejimin göstermelik, ‘şekli hukuk’u askıya alındı. “Türk devleti”nin kökenlerini iyi bilenler için hiç de şaşırtıcı olmayan‘Ergenekon’un intikamı’ süreci başladı. İlk önce Kürt sorununun ‘çözüm süreci’ bitirildi. Sonra da, kendilerine en sert muhalefeti yürüten ve dillendirenlerin ‘üzerine çökme’ dönemi başladı. Ergenekon ortaklığındaki rejim, muhaliflere saldırılarını en acımasız yöntemlerle gerçekleştirmede hiç tereddüt etmedi…
Şahin Alpay, iki seneye  yakın  tutukluluk sürecinden sonra Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) ikinci kez ‘hak ihlali’ kararı vermesinin ardından 1 ay ev hapsi şartıyla, ‘vesayet yargısı’nca geçen hafta tahliye edildi. Hapishane çıkışında gazetecilere konuşan Alpay’ın söyledikleri durumu net özetliyor: 
“Aileme kavuştuğum için fevkalade mutluyum ama özgürlüğüme kavuştuğumu söyleyemem. 20 ay çok zor geçti. Çıktığım zaman da arkada kalan ne terörizmle ne darbeyle ilgisi olmayan binlerce insan var. Onlar özgür olmadıkça Türkiye’nin de özgür olamayacağını düşünüyorum.”
Ergenekon’un intikamını çok daha iyi özetleyen satırlar ise; Şahin Alpay’ın cezaevinden çıkmadan önce yazdığı son mektubunda saklı.


İŞKENCELİ İNTİKAM

Kapalı Ceza İnfaz Kurumu 9. Bölüm, A41-1, Silivri/İstanbul adresinden gönderilen Alpay’ın mektubundan şu satırlar çok çarpıcı:

“…27 Şubat’ta yapılan anjiyo yaklaşık 2 ay önceki anjiyoyla yüzde 90 tıkalı olduğu görülen kalp damarıma bir değil iki stent yerleştirildi. Şöyle oldu: Saat 09.00 gibi cezaevinden alınarak, ellerim kelepçeli olarak, biri makinalı tüfekli 3 jandarma eri, bir de çavuşu korumasında Halkalı’daki Mehmet Akif Ersoy hastanesine götürüldüm.
Mehmet Akif’te (diğer hastanelerde mevcut) nezarethane bulunmadığından cezaevi aracında saat 15’e kadar bekletildim. Bu yaklaşık 6 saat zarfında ekmek ve baldan oluşan kumanyamı yemek için bir 15 dakika kelepçelerim çıkarıldı. (Etrafı jandarmalarla çevrili, kapıları kilitlenen aracın içinde niye kelepçe takıldığını sorduğumda, “Emir böyle” dendi.) Prostat hastası olduğum için 2-3 kez jandarmaların korumasında tuvalete götürüldüm. Tuvalet teftiş edildikten sonra kelepçelerim kapıda çözülerek ihtiyacımı gördüm.
Sonunda “Mahkûm Servisi” adını taşıyan, iki yataklı, pencereleri duvara bakan koğuşa alındım. Alelacele operasyon için gerekli ön tetkikler yapıldı, operasyon giysilerine büründüm; kelepçeli ve jandarmaların korumasında anjiyo katına çıkarıldım.
Operasyonu icra edecek doktor selam verdi ve “geçmiş olsun” dedi. (Önceki anjiyoda kimse iki kelime etmemişti.) Cesaret bularak, hasta hakkımı kullanarak operasyonu yapmasını istediğim doktor olup olmadığını sordum. “Hayır, ben değilim, ama o da buralarda” dedi.

Ne yazık ki gecikilmiş ve sıramı kaçırmıştım. Ekip başka bir hastayı salona aldı. Ben de bir saat kadar tekerlekli iskemlemde bekledim. Salona alınmam saat 17’yi buldu. Operasyon masasına yatırılmadan önce kelepçelerim çıkarıldı. Bu defaki çok hazırlıklı görünüyordu, sevindim. Aynı 3’lü ekip değişmeden operasyon tamamlandı. (Bir önceki sürekli değişmişti.)

Başlarken doktordan mümkünse arada sırada benimle konuşmasını, kulaklarım da yarı yarıya işitmediğinden yüksek sesle konuşmasını rica ettim. “Benim adım Şahin Alpay, AYM’nin kararı uygulanmayan tutukluyum” diye kendimi tanıttım. Doktor bey, “Biz işimize bakıyoruz, gerisine karışmıyoruz” diye tersledi ama öncekilerden daha şefkatli davrandı.
Bu defa kasığımdan girildi. Çok canım yandı. Daha kalın bir iğne kullanıldığını hissettim. Bir süre sonra doktor “kan sulandırıcı hapları aldınız, değil mi?” diye sordu. “Evet ama birkaç gün önce kanama olur diye kestim” dedim. “Hiç iyi etmediniz, devam etmeniz lazımdı” dedi. (Kimse beni bu konuda uyarmamıştı.)
Ekip kısa bir süre yandaki odaya gitti. Doktor dönüşte, “işleme son verip vermemeyi konuştuk, ama şimdi size 4 hap vereceğiz ve devam edeceğiz” dedi.
İşlem saat 18’e doğru yaklaşık bir saatte bitti; bir önceki gibi 3 saat sürmeyince çok sevindim. Doktor çıkarken, “stendi tam yerine oturtamadığım için, ikinci bir stent daha taktım. Şimdi reçeteleyeceğim kan sulandırıcılarını 6 ay kesintisiz kullanacaksınız, yoksa stentler de tıkanır. Geçmiş olsun” dedi ve gitti.

Bu defa bir yatağa alınarak koğuşa indirildim, mâlum korumalarımla çevrilmiş olarak. Koğuşa yatırılınca “Mahkûm Servisi” sorumlusu olan çok nazik doktor geldi. “Şimdi 6 saat sağ bacağınızı hiç kıpırdatmadan yatacaksınız. Gece 24.00’te gelip iğneyi çıkaracağım, sonra da kasığınıza kum torbaları yerleştireceğim. Sabah 6’ya kadar yine kıpırdanmadan yatacaksınız, yoksa bütün bacağınıza kan oturur, başımız belaya girer” diye uyardı.
Koğuş arkadaşım uyuşturucudan hükümlü, çok şefkatli biriydi. (Herhalde zorunluluktan, ilk kez siyasilerle, âdileri bir araya koyduklarına tanık oldum.) 12 saat kıpırdanmadan, uyumadan yatarken bana çok yardımcı oldu; ördeklerimi değiştirdi. Bir gözü açık uyudu. Doktor gece 24.00’te gelip iğneyi çıkardığında, içime neredeyse ince boru gibi bir şeyle girildiğini anladım. Doktor sabah 06.00’da tekrar geldi ve kum torbalarını da kaldırdı. “Şimdi kontroller yapılacak, sorun yoksa saat 16 gibi taburcu olursunuz” dedi. Çok sevindim. Saat 09.00’a kadar uyuyakaldım…”   (Şahin Alpay'ın cezaevinden son mektubu/ 17 Mart 2018)


“KOALİSYONLARDAN ÇOK ÇEKTİK” DİYE DİYE…

Resmi tarihin zoraki dayattığı tarihin ötesinde, gerçeğin peşine düşenler artık bugün iyi biliyorlar ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli İttihat ve Terakki zihniyetinin üzerine çatılmış ve rejim o temel üzerine bina edilmişti. Bu temelde kurulan otoriter rejimin devamlılığını sağlama görevi de orduya verilmişti.
Türkiye’de dünyadaki konjonktürel değişimlere paralel zorunluluklardan geçilen şekli ”çok partili rejim”de de bu yapı özenle korunmuş, yapıda bir sarsıntı olduğunda da, askeri darbelerle otoriter vesayet rejimi yeniden hizaya sokulmuştu.
AKP’nin iktidara gelmesi sonrası, ABD'nin 2003 Irak Savaşı'nda kuzeyden cephe açmasına izin verecek olan “1 Mart Tezkeresi”nin, Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarının tersine, ordunun da desteğiyle meclisten geçmemesi yeni bir durum yaratmıştı.

* * *
İşte tam da o dönemde gelişen süreçte, ABD’nin de kolaylaştırıcılığında, “askeri vesayetin kırılması” yönünde bir ortam oluşmuştu.
CHP’nin de askeri vesayeti tüm kurumlarıyla muhafaza etmeye dönük girişimleri ile AKP’yi sıkıştırma manevraları ters tepmiş; AKP, o günkü “cemaat” koalisyon ortağıyla sivil siyasetin temsilcisi sıfatını kazanarak askeri vesayete karşı mücadeleyi sürdürmüştü.
Peş peşe açılan Ergenekon ve Balyoz davaları ile silahlı askeri bürokrasi büyük ölçüde siyaset dışına itilmişti.
17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet belgelerinin ortalığa saçılması ve cemaatle koalisyon ortaklığının sona ermesiyle; AKP “orduya kumpas kuruldu” argümanıyla  tüm askeri vesayet rejiminin unsurlarına itibarlarını iade etmek zorunda kalmıştı.
Reis  kodlamasıyla betimlenen AKP’nin ‘tek adam  yönetimi’, kabarık bozuk sicilinden ötürü iktidarını korumak zorunda olduğunun bilinciyle, düşmemek için bisikletin pedalını daha hızlı çevirmek zorunda olan bir bisikletçi edasıyla davrandı.
‘Reis’, sonradan ‘Saray rejimi’ diye anılacak olan sürece geçerken, itibarlarını iade ettiği karanlık ve örgütlü vesayet güçleriyle; ağırlığı “onlarda” olmak üzere yeni bir koalisyon kurmuştu. Ergenekon/Saray koalisyonu diye anılan bu koalisyon yaşanan 15 Temmuz 2016 “darbe girişimi” sonrası ilan edilen OHAL ile birlikte, genel inanışın tersine benim kanaatime göre; giderek daha fazla askeri vesayete sığınmak zorunda kaldı.
Bir yandan “ülke koalisyonlardan çok çekti” söylemi ile tek parti iktidarının kutsanması yönünde algı yaratılırken, aslında AKP başından beri fiili koalisyonlarla iktidarda kalmaya çalıştı…
Bazı “sol”, ya da “ulusalcı” çevrelerin sadece AKP ve R.T. Erdoğan üzerine odaklanması ve onlara aşırı güç vehmetmesi “askeri vesayet” gerçeğini perdelese de, bilenler için militer “Türk devlet yapılanması” büyük ölçüde gücünü korumakta.

Hele ki, son aylarda Afrin’e yönelen askeri harekât ve militarize olmaya hazır toplum kesimlerinin hareketlendirilmesi ile bu yapı kendini daha fazla tahkim etme fırsatı buldu.
AKP/MHP/Perinçek siyasi cephesinin fiili olarak hayat bulması ise, görmek isteyen gözler için; yeni koalisyonun gerçek rengini iyice ortaya sermekte...
‘Gerçekte, iktidardaki koalisyonun büyük ortağı kim’ sorusunun cevabı ise; artık çok açık!

















Bu makale ilk olarak 19 Mart 2018 tarihinde ARTI GERÇEK internet gazetesinde yayınlanmıştır:    https://amp.artigercek.com/yazarlar/yalcin_ergundogan/iktidardaki-koalisyonun-buyuk-ortagi-kim ]


















Otoriter rejimler kendi ‘mezar kazıcılarını’ mı yaratıyor?..




Otoriter rejimler kendi ‘mezar kazıcılarını’ mı  yaratıyor?..

Yalçın Ergündoğan

--------------------------



Hatırlayalım. Diyalektik akışa ilişkin Karl Marx’ın açıklayıcı, önemli bir tespiti vardı. Bu tespite göre; burjuvazi modern sanayi devrimi ile sahip olduklarını elinden alabilecek bir güç olarak proletaryayı, yani bizzat kendisinin “mezar kazıcısı”nı zorunlu bir döngü kaçınılmazlığıyla yaratmıştı.

Günümüzde de; otoriter, faşizan, diktatoryal rejimler ayakta kalabilmek için baskılarını arttırdıkça, bizzat “mezar kazıcıları”nı da yaratıyorlar.
Tarihte pek çok örneğine rastladığımız olayların kitaplardan okuduğumuz öykülerine, şimdi bizzat kendimiz yaşayarak tanıklık ediyoruz.

Nasıl bir hafta geçirdik, hepimizin malûmu. Tekrarlamaya gerek yok. Deniz Yücel’in tahliyesi, Selahattin Demirtaş’ın Türkiye’yi çalkalayacak, rejimi  sarsacak önemde yaptığı açıklamalar, kendisini zindanda tutan gücü yargılayan savunması…

Ve tabii tüm dünyanın hayretler içinde kalarak, şaşkınlıkla karşıladığı “ağırlaştırılmış müebbet hapis” ile sonuçlanan “Altan kardeşler” ya da ‘gazeteciliğin yargılanması’ davası…
Sonunda, tüm dünya kamuoyunun gözünün içine bakarak,  İstanbul 26'ncı Ağır Ceza Mahkemesi en küçük somut bir delil olmaksızın, daha doğrusu böyle bir şeye ihtiyaç duymadan hükmünü verdi:  Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ‘Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs’ suçunu düzenleyen 309/1’inci maddesi uyarınca  tutuklu sanıklar Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Fevzi Yazıcı, Yakup Şimşek ve Şükrü Tuğrul Özşengül hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası...






“ARTIK GENERALLER DEĞİL, YAZARLAR DARBECİ…”

Ahmet Altan’ın savunmasında vurguladığı ve bu mahkeme kararı ile de tescillendiğine göre; “artık generaller değil, yazarlar darbeci” sayılıyordu. Hiçbir cebir, şiddet, silah kullanmadan televizyonda kendilerini izleyenlere bakışlarıyla verdikleri mesajlarla ve yazdıklarıyla…

İnsanlığın yüzyıllardır verdiği mücadelelerle, büyük bedeller ödenerek imbikten damlaya damlaya süzülerek ortaya çıkan “evrensel hukuk”un henüz uğramadığı, hukukun kırıntılarıyla idare edilen toplumlarda, o kırıntılar da ortadan kalktığında durum bundan ibaret oluyor elbette.



Meydan okuyan dik duruşlarından milim sapmayan “Altan kardeşler”den Ahmet Altan, hukuku şiirsel bir dille bakın nasıl betimliyor, birlikte okuyalım:

“Hukuk, Olympos’ta yaşayan bir Zeus gibi dokunulmaz ve ulaşılmazdır. Her zorba, her zalim, her diktatör hukuku öldürmek ister ama hiçbirinin gücü buna yetmez. Hukuk ölümsüzdür.
İnsanlardan uzakta, kendisine ihtiyaç duyanların gelip kendisine sığınması için sabırla bekler…

Hukuku, bulunduğu yüce zirvelerden alıp topluma taşıyacak olan yargıdır.
Sağlam zırhlarla kuşanmış yargı, parlak ve güçlü kanatlarıyla hukuk tanrısını topluma ulaştırır.
Hukuk, toplumla buluştuğunda Adalet Tanrıçası ortaya çıkar.
Adalet Tanrıçasının emzirdiği toplumlar huzura, güvene, berekete kavuşur, haksızlıklar önlenir, soygunlar, zulümler sona erer.
Hukuk, yargı, adalet üçgeninde, bu kutsal zincirde vurulabilecek, yaralanabilecek, ölebilecek tek zayıf halka yargıdır.
Bu yüzden her zorbanın, her diktatörün ilk hedefi yargı olur.
Hukuku kanatlarında taşıyarak göklerde uçan bir yargı ne kadar ışıklı, ne kadar güçlü, ne kadar görkemli, ne kadar hayranlık uyandırıcı, ne kadar güven vericiyse, vurulan, yaralanan, ölen bir yargı da o kadar çirkin, o kadar iğrenç, o kadar iticidir.
Yargı vurulup düştüğü anda çürümeye başlar, kurtlanır, kokuşur. Damarlarından kan yerine irin akar.
Ölen ya da ölmekte olan bir yargı öyle korkunç kokar ki cehennem bile o kadar kötü kokmaz.
Bugün Türkiye’yi saran bu çürümüş ceset kokusu, ölmekte olan bir yargının bütün topluma yayılan, herkesi ürküten kokusudur…” (Ahmet Altan savunmasından, 13 Şubat 2018)

Ahmet Altan, hukuku böyle betimleyip, romanlarında da sıkça konu ettiği, tarihe “31 Mart Vakası” diye geçen 1909’daki olayla, kendisinin “darbecilikle” suçlanıp müebbete mahkûm edildiği 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin paralelliklerini de ortaya seriveriyor.  31 Mart / 15 Temmuz karşılaştırması ve benzerliklerine ilgi duyanlar Ahmet Altan’ın belge niteliğindeki savunmasının tam metnine şu adresten erişebilir: Ahmet Altan: Bu AKP iktidarı gidecek; bir daha söylüyorum, kötü bir piyesin sonuna geliyoruz!


“ZORLA HAPİSTE TUTULUYORUM”

Savunmasında, “mahkemeye ve yeni savcıya soruyorum: Sekiz aydır neden hiçbir savunmamı dikkate almadınız, neden adeta bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yok saydınız?”  diye soran Mehmet Altan ise, kendisini “zorla hapiste tutulan kişi” olarak tanımlıyor.

Mehmet Altan, Anayasa Mahkemesi’nin kararını uygulamayarak suç işleyen mahkemeye şu sözlerle seslenerek tarihe not düşüyor:


“11 Ocak 2018 Perşembe akşamından itibaren kendimi artık “tutuklu” saymıyorum. Anayasa’nın emredici hükmüne uymayan iki üye nedeniyle hapishanede zorla tutulan, temel hak ve özgürlükleri ihlâle uğramış biri olarak tanımlıyorum.”
Mehmet Altan devamla; “Sanıyorum ki, ta başından beri oynanan bir oyunun, Anayasa Mahkemesi’nin evrensel hukuk neşteri ile ortaya dökülmesi, deşifre edilmesi, bu oyunu oynayarak yaşam karartma peşinde koşan bir takım görevlileri rahatsız etti.
Sayın Mahkeme, son duruşmada da söylediğim gibi ben yargılanmıyorum, “yargılanıyormuşum gibi yapılıyor.” Ben gözaltına alındığım 10 Eylül 2016 tarihinden bugüne kadar hep aynı matbu kağıtla hapiste tutuldum.
Hiçbir delil söz konusu olmadı. Artık Anayasa Mahkemesi’nin de saptadığı gibi, suç olmayınca, delil de olmuyor…” (Mehmet Altan savunmasından, 13 Şubat 2018)


* * *



Görüldüğü gibi otoriter, diktatoryal “tek adam” rejimleri de varlıklarını ve hegemonyalarını sürdürmek, devrilmemek, düşmemek için; tıpkı bisiklet sürücüleri gibi, bisikletin pedalını duraksamadan çevirmek zorundalar…
Ama bunu yaparken de; bu rejimler galiba direnen, dik duran, insanlığın yüz akı kişileri de (diyalektik bütünlük içinde) çoğaltıyorlar. Yani rejimlerinin mezar kazıcılarını da kendi elleriyle yaratıyorlar!..

* * *

Ben sözü izninizle, durumu gayet iyi özetleyen; Ahmet Altan’ın kızı Sanem Altan’a bırakmak istiyorum:

“Bu kadar net somutlaştırılmış bir hukuksuzluk tüm dünyanın ilgisini çekecek bir şey. Bu adamları yok etmek istiyorlarsa, ki ağırlaştırılmış müebbet babamın da dediği gibi sen ‘hapishanede öl’ demek, bunun tam tersi oldu ve tüm ışıkları bu adamların üstüne çekti. Dünyada gördüğüm en akılsız karar. Kötülük yapmak için bile zekâya ihtiyaç var ve burada onu bile göremiyoruz…” (Deutsche Welle’den Gezal Acer’in röportajından,16 Şubat 2018)
















Bu makale ilk olarak 19 Şubat 2018 tarihinde ARTI GERÇEK internet gazetesinde yayınlanmıştır: https://www.artigercek.com/yazarlar/yalcin_ergundogan/otoriter-rejimler-kendi-mezar-kazicilarini-mi-yaratiyor  ]







________________________________________________________






İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli...

  İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli... ✓ 21 Nisan Pazar günü yine Kültürpark'ın ...