Büyük Ekim Devrimi’nin
101. yıldönümünü Kasım ayının ilk haftasıyla birlikte geride bıraktık. 101 yıl önce
gerçekleşen insanlığa muazzam bir umut penceresi açan; sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya ütopyasını hayata geçirme
hamlesiydi…
Bizim kuşak o günlere
yaşayarak tanıklık etmedi tabii.
Oluşan zengin
külliyattan okuyarak öğrendik. Heyecan vericiydi, belki de ezberledik.
Devrimin harlanan
ateşi ve coşkusuyla dünyanın her yanında yeni örgütlenmeler, kıpırdanmalar,
hareketlenmeler yaşandı.
Onların da büyükçe
bölümünü kitaplardan öğrendik.
Sonraları, eşitlik,
hak, adalet, özgürlük duygularımız, vicdanımız bizleri o yöne itti ve sosyal
çevremizin şekillendirdiği haliyle kendimizi mücadelelerin içinde bulduk…
Mücadelenin çekiciliği
ve ritmi içinde pek çok şeyi sorgulama
imkanını da bulamadık. Buna kendimizi de zorlamadık doğrusu. Sonradan kendimizi
içinde bulduğumuz örgütlü yapılar da buna imkan verir nitelikte olmadı hiçbir
kesimde.
Şimdilerde, -şimdilerde derken kendi payıma epey bir zamandır- bu
sorgulamayı yapabiliyoruz. (İlgilenenler; yazdığım makalelere aşağıdaki bağlantılardan
erişebilirler.)
Sakin ve salim kafayla, meseleye Türkiye’deki
sol/sosyalist hareketler açısından baktığımda bugün net görebildiğim; legal,
açık ve şeffaf hareketlerin, sürece müdahale etme gücü bulabildiği.
Kendimin de içinde yer aldığı siyasi oluşumlar dahil, kanaatim illegal
çalışma koşullarında “illüzyonla”
şişirilmiş, “efsaneleştirilmiş”
parti ve oluşumların ise; gerçekle yüzleşme ve ayaklarının yere basmalarının
imkan dahilinde olmadığı yönünde.
Bugün bu konuya, geçmişe dönük sorgulama mevzusuna girme nedenim ise; geçtiğimiz haftanın 16 Kasım’ı…
16 Kasım
(1987); Türkiye’deki demokrasi mücadelesi içinde, süreçlere müdahale anlamında
aslında çok önemli bir yer tutan, başarıya da ulaşmış, sonuç almış sahici bir
‘sivil itaatsizlik’ eyleminin 31. yıldönümü idi.
Sessizce
geçti. Belki de geçiştirildi.
Oysa içinde
yaşadığımız son derece olumsuz/kahredici Türkiye koşullarında geriye dönüp
üzerinde konuşulmayı hak ediyordu.
Ama ne
yazık ki; yüzleşmeyle pekişmiş özgüvene, başarı öykülerine çokça ihtiyaç
duyulan karanlık bir dönemde bu iz bırakmış süreci hatırlayan ya da hatırlatan
olmadı.
16
KASIM’DA NE OLMUŞTU?
Yurt dışında birleşme kararı alan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) birlikte oluşturdukları Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP)’ni legal olarak Türkiye’de kurmak üzere her iki partinin genel sekreterleri Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) ve Nihat Sargın 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi koşullarında 16 Kasım 1987’de Türkiye’ye döndü.
İşkenceli
sorgu süreçlerinden, açlık grevlerini de içeren 900 günlük tutukluluktan sonra,
Türkiye ve dünya kamuoyunun desteğini arkasına alan hareket, halkın rızasıyla yasal olarak
Türkiye’de komünist partisi kurmayı başardı. Uygun mücadele, bir
demokratikleşme hamlesini kazandı.
Şimdilerde
komünist partisi bolluğu yaşayan Türkiye’de pek hatırlanmayan, faşist Mussolini
İtalyası’ndan örnek alınarak Türk Ceza kanunu’na girmiş olan 141, 142.
maddelerle birlikte 163.madde işte o süreçte kaldırıldı. (O günlerdeki atmosferi, kamuoyunun mücadele süreci içinde nasıl adım
adım dönüştüğü ve “Komünist Partisi bir
ihtiyaçtır”
noktasına geldiğine dair gazete kupürlerini de içeren yakınlarda kaybettiğimiz
Hüseyin Çakır’ın tarihi TKP’nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı ile yaptığı
“Elele Özgürlüğe” başlıklı uzun söyleşi
kitabı belge niteliğinde.)
Nabi Yağcı, “Elele Özgürlüğe“ kitabında
kendisini çeken tarihi TKP’yi arama
serüvenini anlatırken; 12 Mart 1971 darbe sürecinde Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin kapatılması sonrası, “illegalitenin fetişleştirilmesi”, önceleri
Komintern, sonraları Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin “her ülkede tek Komünist Partisi”
zorunluluğuna vurgu yapıyor.
Bu görüşüne
katılmakla birlikte, ben kendi payıma Nabi Yağcı ile farklı bir siyasi
oluşumdan (GSB/Öncü hareketi) aynı
kulvara akanlar olarak o günkü SSCB’ye bakış açımızın da bunda belirleyici
olduğunu ekleyebilirim.
O yıllarda
bizdeki yaygın kanaat; tarihi TKP’nin tamamen bir illüzyondan ibaret olmasına
rağmen “tek komünist parti” ilkesinin yanı sıra, esas olarak bizim SSCB’yi
enternasyonalizmin “kâbe”si olarak içtenlikle kabul etmemizdi.
İş işten geçtikten sonra anladık ki, (anlamayanlar halâ çok) SSCB tamamen bir “milli devlet” imiş. Ulusal çıkarları neyi gerektirirse onu politika edinirmiş. Her ülkedeki “tek KP” de o politikaları takip edermiş…
İçinden
onca değerli kadrolar geçmiş olan tarihi TKP “o gün neden şu, şu su memleket
sorunlarını görmemiş” sorusunun cevabının tümü de aslında burada
düğümleniyor.
Bir
bölümünü aşağıya aldığım tarihi TKP’nin
son Genel Sekreteri Nabi Yağcı’nın “Elele
Özgürlüğe” kitabında yaptığı özeleştiri çok kapsamlı ve kıymetli.
Bence, en
kıymetlisi ise; taraftarı hazır, halâ azımsanmayacak bir kitlesi olmasına
rağmen; “her şey doğruydu, aynen yola devam ediyoruz” demeyip mütevazı
yaşamına çekilmesi…
“BU
YÜZLEŞMEMLE ANCAK ŞİMDİ KOMÜNİST OLDUM”
“(…) Yazdıklarıma ve söylediklerime baktığımda orada
gördüğüm şey geçmişe ait bilgisizliğimdir, cehaletimdir. Ama buna rağmen ben
dün TKP Genel Sekreteri olarak konuşuyordum. Bunun mazereti, kaçışı yok.
TKP tarihini bilmiyordum ama üstüne gidebilirdim; TKP
4. Kongresi’nde Nazım Hikmetlerin muhalefetini biliyordum ama bu neydi, ne
diyorlardı diye sormadım. Sormuş olsaydım yukarıdan beri anlatmaya çabaladığım
“bize özgü” yolu daha o zaman büyük bir olasılıkla görebilirdim.
Sarkis Usta bana Ermeni
Soykırımı’nı, soykırım demeden anlatmıştı ama bu konuda TKP ne demiş diye
kendime sormadım. Peşine düşmedim. Daha TİP döneminde Kürtlerle beraberdik ama
genel sekreter olduğumda Kürtlerin tarihini öğrenmek diye bir çabam olmadı.
Böyle bir çaba düz parti üyesinden beklenemez ama ben genel sekreterdim onların
bilgisizliğinden ben sorumluydum.
Mustafa
Suphi’lerin katledilmesi olayını her komünist gibi ben de
biliyordum ama Sovyetlerin, Komintern’in bu konuda neden suskun olduğunu sormam
gerekirdi kendime, sormadım. Şimdi gördüm ve şimdi açıkladım.
Bunları sormuş olsaydım içinden geldiğim partinin
geçmişteki günahlarını görür ve her şeyden önce onu temizlemeye çalışırdım.
Bizim gerçek yenilenmemiz ancak böyle olurdu.
Bu temizlenme TKP’yi
milliyetçilikten/ulusalcılıktan arındırmak demekti.
Bugün TKP’nin Şeyh Said, Dersim isyanlarındaki
yanlışlarını görüyoruz artık, hatta buna yanlış da değil, günah demek gerek…”
“(…) Yenilenme sürecimizde bu yanlışı görmüştük. Yasal
TBKP programımızda bunu düzeltmiştik. Kurtarıcılık misyonumuzu bırakıyor,
kendimize Kürt halkının özgürlük mücadelesine destek olma sorumluluğu
veriyorduk. Fakat geçmişimizi öğrenme çabamın bana kazandırdığı tarih hissiyle
bugün geriye dönüp o programımıza baktığımda, orada bile milliyetçiliğin
tortusunu görebildim…”
“(…) Devlet Türk kökenli komünistleri, solcuları da
ezdi ama biz yine de egemen ulusun
ayrıcalıklarına sahiptik, örneğin en azından dilimiz özgürdü, yani egemen
ulusun solcularıydık.
Tarihin gerçek dilini çözdüğümde görüyorum ki, biz dün
farkına varmadan “Türkiye Komünist Partisi” değil “Türk Komünist Partisi” olmuşuz. Oysa komünist olmanın ayrıksı yanı en
başta enternasyonalist olmasıdır. Hem enternasyonalist hem ulusalcı olunamaz,
olunursa da komünist olunamaz.
Bu nedenle
dünün TKP genel sekreteri ve aynı zamanda bir Türk olarak geriye dönüp Kürt
halkından, Ermeni halkından, bu topraklarda soykırıma, tehcire, asimilasyona,
baskıya ve tenkile (yok etmeye) uğramış bütün halklardan özür diliyorum.
Türk
halkından da özür diliyorum, zira bütün halklar özgür olmadan halkım da özgür
olamazdı.
Ve ancak
şimdi, bu yüzleşmeyle kendimi gerçekten komünist olarak hissediyorum. Bir
komünist dindar olabilir, başka şey de olabilir ama asla milliyetçi/ulusalcı
olamaz…” (“Elele Özgürlüğe / Zarlar Atıldı Geri Dönüş Yok”, Sayfa 568, Belge
Yayınları, 2018)
* * *
Türkiye solunda, kararlı sivil
itaatsizlik eylemleri ile halkın rızasını kazanma başarısı, geçmişteki bu gibi örnekler üzerinde durmak ve
iyi tahlil etmekle çoğaltılabilir.
Bugün sıkıntısı çekilen, “rızayı kazanma”, inandırıcı alternatif
oluşturma ve tünelin ucundaki ışığa bir
türlü erişememe durumundaki kilidin anahtarı da galiba burada saklı.
Yalçın Ergündoğan
[ Bu makale ilk olarak 26 Kasım 2018 tarihinde ARTI GERÇEK internet gazetesinde yayınlanmıştır: https://amp.artigercek.com/yazarlar/yalcin_ergundogan/sivil-itaatsizlikle-halkin-rizasini-kazanma-basarisi ]
* * *
KONUYLA İLGİLİ MAKALELER:
2) Ekim Devrimi: Devleti ele geçirmenin yetmediği kanıtlandı…
3) Atılım yapmış tarihi TKP’ye örtülü SSCB freni…
4) TBKP: Sürece mü dahalede hatırda tutulması gereken bir örnek…
5) Komünist Parti'nin yasallaşmasını perçinleyen barışçı eylemler...
👍🙏
YanıtlaSil