31 Ekim 2023 Salı

'Türkiye Solu'nun önemli bir bölümü 'İsrail-Filistin konusu'nda cahildir... / Prof. Gazi Çağlar


'Türkiye Solu'nun önemli bir bölümü 'İsrail-Filistin konusu'nda cahildir...

 

Prof. Gazi Çağlar


 Türkiye solunun çok önemli bir bölümü İsrail-Filistin konusunda cahildir:

1. Yahudilerin Filistin’de yüz yıllardır yaşadığını ve tarihlerini bilmez veya görmez.

2. Filistin diye adlandırılan bölgenin büyük bölümünün Ürdün’de olduğunu, Ürdün’ün İsrail’e açılan savaşta daha fazla bölümüne el koyduğunu görmez.
3. 19. yüzyıl sonrası 1948’e kadarki süreci bilmez.
Buraya önemli ve hatta çoğunlukla sosyalistlerin Rusya’dan geldiğini, yerleştiğini, satın alınan topraklara sosyalist toplumun nüveleri olacak Kibbuz’lar kurduklarını, bu Kibbuz’lara İtalya faşizmi ile, Hitler faşizmi ile çalışan ve Filistin adına konuştuğunu iddia edenlerin kurdukları çetelerin saldırılarını, cevap niteliğinde Yahudi savunma gruplarıyla çatışmalar yaşandığını bilmez, görmez.



4. En geç 1933’ler sonrası Hitler’in Kudüs baş müftüsü ve ağlarının Alman faşizmi ile yakın ilişkisini, 1936 ayaklanmasında faşizmin silah desteğini, baş müftünün ayaklanmanın yenilmesi ile Hitler’in Berlin’ine yerleşmesini, Balkanlarda dünyanın en büyük ve kıyaslanamaz soykırımına destek değil, aktif katılımını, kurdurduğu müslüman SS’leri, Müslüman Kardeşler aracılığıyla tüm Ortadoğu'ya Yahudileri yok etmek isteyen antisemitizmi yayma faaliyetlerini, savaş ve insanlık suçlusu olduğunu, savaş sonrası Berlin’den kaçtığı Mısır’dan hareketle öldürücü antisemitizmi yayışını, Arafat’ın eğitimine bile katıldığını, faşizmin katkısıyla tüm Ortadoğu'ya Cihadçı antisemitizmi yayışını vb. görmezden gelir.

5. Sözde en akıllı ve ılımlıları dahil, yazılı, sözlü, sokakta “İsrail ta kuruluşundan beri ABD’nin eniğidir, ortadoğu’da hançeridir” diye antisemist cihadizmin vb. klişelerini geveler.
İsrail’in BM bölme-ikili devlet kararı sonucu kurulduğunu, bu kuruluş ve hemen ardından savaş ilan eden Arap ülkelerine karşı savaşı ABD’nin değil, özellikle sosyalist Çekoslavakya cumhuriyeti aracılığı ile Stalin SSCB’sinin desteklediğini, sosyalist tank-top-mermi-uçakla İsrail’in 6 saldırgan devlete karşı yaşadığını, Sovyet desteğinin kuruluş öncesi, bağımsızlık savaşında ve sonrasında sürdüğünü unutturur, çünkü bugünkü antisemit atmosfere hizmeti rahatsız eden gerçektir.

6. “Nehirden denize özgür Filistin” pankartını alır, bazen İslamcı-Cihadçılarla aynı anda İsrail konsolosluğuna yürür, “İsrail topyekun işgal devleti” diye öğretir.
Bu slogan ne demektir, üretenlerin hedefi nedir diye bir kez düşünmez: Sloganın manası açıktır. Nehirden denize kadar İsrail silinecek, yani yok edilecek, Yahudiler öldürülecek ve sürülecektir.
Hitler’in dünyada bitiremediği jenosid Hitler’in müftüsünün torunları tarafından bitirilecektir. Bu sloganı pankart yapan sol olamaz!

7. Hamas İslamcı-faşist, Yahudileri yok etme hayalini ve pratiğini örgütleyen o yaygın antisemit katliamcılığın bugünkü örgütüdür.
Ne “direniş”, ne de “kurtuluş örgütüdür”.
Gerçekleştirdiği saldırı, Hitler sonrasının Yahudilere karşı bir günde gerçekleştirdiği en büyük pogrom, insanlık düşmanı vahşettir.

Türkiye solunun büyük kısmı “ama”, “fakat” vb. diye meşrulaştırmaya katkı sunmamış mıdır? Vicdanla tartılmalıdır.

8. Filistin’le dayanışmak isteyen, İsrail’in meşru varlık hakkını tanımalı, antisemitizmin her türü ile kendi arasına kalın çizgi çekmelidir. Yoksa barış için dayanışma değil, Cihadcı antisemitizmin yedek gücü olmayı tercih eder. Bu solun işi olamaz.

9. Dünyada savaşlarda, pogromlarda, terör saldırılarında ölen her insan değerli ve fazladır. Kimsenin ölmeyeceği dünyayı kurma; solun bir özü de budur.

Ama Türkiye solunun bu büyük kısmı herhalde şu gerçeği de biliyordur:

Türkiye’de Kürt meselesinde bugüne kadar ölen insan sayısı, ölen Filistin’li sayısından kat be kat fazladır. Bu saldırılar şimdi de sürmektedir.
Ses? Barış mitingleri? Dur çağrıları?…

Tarihsel jenosidlerin kabülü için mücadele?

10. Kimileri sol adına sulta kurmuş, gerçekleri söyleyenleri; “İsrail-ABD enikleri, sosyal medya piçleri” filan diye karalıyor.
Yarı-bilgililer alkışlıyor.
Geçiniz.

Sol, bilgiye, eleştiriye, her türlü ayrımcılığa, M, ırkçılığa, kadın düşmanlığına karşıdır.
İsrail’e saldırılar ve ölümler, Gazze’de ölümler durmalı, Ortadoğu'daki antisemit-cihadçı ağlar yok edilmelidir, önce içlerine saklandıkları toplumları tarafından…

11. Şimdi birileri küfretmek için bekliyor olabilir: küfür ve hakaret dili kullananı anlatır.

Bu sadece düşünme ve eleştirellik önerisidir.



Prof. Gazi Çağlar

20 Ekim 2023, Facebook
https://www.facebook.com/profile.php?id=100005442468337


==============================

OKUMA PARÇASI: Kibbutz hayatı üzerine bir makale.... 🔻

"Herkesten imkânlarına göre, Herkese ihtiyaçlarına göre..."



İsrail ve Kibbutz hayatı... / Ester Almelek

"Bu sözler Kibbutz hayatının kurallarını özetlemeye kafidir. Ben Kibbutzlarla gençliğimde tanıştım. İlk gittiğimde 16 yaşımdaydım. Yaz tatilinde, günün bir kısmında pamuk tarlasında, elma bahçelerinde çalışarak, diğer kısmında lisan öğrenerek hoşça vakit geçirdiğim bir yer oldu. Son Kibbutz deneyimimi, Ben Gurion’un Kibbutzu Sde Boker’de yaşadım, o zaman yaşım 60 idi. Bu kez tarlada değil mutfakta, çamaşırhanede ve kütüphanede çalıştım. Her defasında çok ilginç, dünyanın dört bir tarafından gelen insanlarla tanıştım, onlarla fikir alışverişi yapma imkânını buldum..."

DEVAMI... 🔻





* * *


Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


İsrail-Filistin çatışmasına MESİH bakışı... / Hasan Mezarcı

MESİH (Hasan Mezarcı)

İsrail-Filistin çatışmasına MESİH bakışı...


 MESİH (Hasan Mezarcı)


Davut peygamber Kudüs’ü fethetmiş, Yahudi krallığının başkenti yapmış ve Süleyman Mabedi’nin temelini atmış.

Davut’tan sonra, oğlu Süleyman kral olmuş ve Süleyman Mabedi’ni tamamlamış.
Siyon, Kudüs’ün İbranice adıdır!

Tevrat2ta yer alan “Neşideler Neşidesi” kitabı, Süleyman peygamberin SİYON’a (yani Kudüs’e) olan aşkını terennüm eden bir kitaptır!
Müslümanlar için Mekke ve Kâbe neyse, Yahudiler için de, Siyon (Kudüs) ve Süleyman Mabedi odur!
Kâbe, Tarihin akışı içinde defalarca yıkılıp tekrar aynı yere yapıldığı gibi, Süleyman Mabedi de, defalarca yıkılmış ve tekrar aynı yere yapılmıştır!
Ancak, Roma’nın Kudüs’ü ve Süleyman Mabedi’ni yakıp yıkmasından sonra, Süleyman Mabedi’nden geriye ağlama duvarı kalmış ve mabed tekrar yapılamamıştır!

Mecid-i Aksa

İnanca göre, Kâbe ve Süleyman Mabedi gibi kutsal sayılan mabetlerin binasından ziyade, yeri önemlidir ve yıkılması halinde başka yere yapılamaz, aynı yere yapılır!
Nitekim, Kur'an'ın Mescid-i Aksa dediği ve Hz. Muhammed’in bir buçuk yıl kadar Kudüs’e dönerek namaz kıldığı yerde Süleyman Mabedi yoktu; Muhammed, yıkılan Süleyman mabedinin yerine dönerek namaz kılıyordu!
Hristiyanlar Kudüs'e egemen olduktan sonra, kendilerince kutsal sayılan yerlere kiliseler yapmışlar, ancak Süleyman Mabedinin yerine kilise yapmamış, boş bırakmışlardır!

Yahudilerin Süleyman Mabedini yapmasına, orada ibadet, ziyaret ve hac yapmasına da, izin vermemişlerdir!
Müslümanlar Kudüs’ü işgal ettikten sonra, halife Ömer, Süleyman Mabedi’nin yerine ahşaptan bir cami yapmış ve Süleyman mabedinin yerini işgal etmiştir!

Emeviler, Ömer’in yaptığı ahşap caminin yerine taştan bir cami yapmış ve bu camiye Mescid-i Aksa demişler!
Müslümanlar, tarihin akışı içinde Süleyman Mabedi’nin yüz kırk dönüm olan harem bölgesini, Mescid-i Aksa ve Kubbetüssahra” gibi camiler ve pek çok binalar yaparak tamamen işgal etmişlerdir!
Yahudilerin Süleyman Mabedi’ni yapmasına, orada ibadet, ziyaret ve hac yapmasına da, izin vermemişler, halâ bu gün dahi izin vermiyorlar!
Müslümanlar, Süleyman Mabedi’nin yerini işgal edip o camileri ve binaları yapmasaydı, camilerini başka yerlere yapsalardı, Yahudilerin Süleyman Mabedi’ni yapmasına, orada ibadet, ziyaret ve hac yapmasına izin verselerdi, şimdi dinler arası savaşa dönen Mescid-i Aksa kavgası olmaz, Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar, kendi mabetlerinde ibadet ederek barış içinde yaşayabilirlerdi!
İşte siyonizm, yüzyıllardan beri sürgünde yaşayan Yahudilerin anavatanlarına dönmesini ve başkenti Siyon (Kudüs) olan bir Yahudi devleti kurmasını ve Süleyman Mabedi’ni yapmasını amaçlayan, din soslu bir yahudi milliyetçiliği ve ideolojisidir!
Doğrusu, Siyonizm'in, “Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam ve Neo Osmanlı” gibi, din, ırk-ulus, mezhep devleti kurmayı amaçlayan, “İslamcı, milletci, ırkçı, ulusçu ve faşist” ideolojilerden hiç bir farkı yoktur!
İslam dünyasında, tıpkı siyonistler gibi “dinci, mezhepçi, ırkçı-ulusçu-milliyetçi ve faşist” olmayan bir devlet ve halk da, yoktur!
Yahudi düşmanı olarak algılanmamak için:”Biz Yahudi düşmanı değiliz, siyonizm düşmanıyız” demek ve siyonizmi şeytanlaştırmak, geleneksel Yahudi düşmanlığının Müslümancasıdır!
Gerçek şu ki, dincilik, ırkçılık-ulusçuluk-milliyetçilik, mezhepçilik bakımından ve din, ırk-ulus ve mezhep devleti kurma ve dayatma hastalığı bakımından, Müslümanlarla Yahudilerin hiç bir farkı yoktur!
Amacım, İsrail devletini, Yahudileri, Siyonizmi veya Siyonistleri savunmak, haklı ve meşru göstermek değil: Müslümanların kendi dinci, ırkçı-ulusçu-milliyetçi, mezhepçi, faşist ideolojilerini ve devletlerini sorgulamalarını sağlamaktır!..


@mesih_isa_hasan

Kaynak: X paylaşımı... (22 Ekim 2023)

FİLİSTİN DOSYASI (2) / Ayşe Hür

 


FİLİSTİN DOSYASI (2)


AYŞE HÜR


BRİTANYA MANDASI'NDAN İSRAİL DEVLETİ'NE
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Milletler Cemiyeti dağılan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiş halkları bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altında tutma şekli olan "manda" idaresini tavsiye etmişti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamaları için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu.
Böylece 29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandası kuruldu, Filistinliler buna da itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann manda anlaşmasına ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.
Anlaşmanın 2. Maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu. 4. Maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı' olarak tanımlıyordu. 5. Maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu. 6. Maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu.
Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu. Filistinliler (ve Arap destekleyicileri) bunun farkında bile olmadılar ve itiraz etmediler.
1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya ABD de katıldı. 7. Madde’ye Konvansiyonun hiçbir parçasının ABD’nin onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu. Manda İdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Bu dönemde Filistinlilerin liderliğini Kudüs Müftüsü Hacı El Hüseyni yapmaya başladı.

EL HÜSEYNİ KİMDİR?
1517'den 1917'ye Filistini idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin'in yönetimini El Hüseyni ailesine vermişti. Böylece ‘Emin’ unvanı alan Hüseyni'ler, yüzyıllarca dinsel önderlik, vergi toplama yetkisi, toprak sahipliği gibi ayrıcalıklarından gelen nüfuzlarıyla Kudüs, Hayfa ve Nablus bölgesinin tek egemeni oldular. Ailenin pek çok üyesi (ilk olarak 1876’da Said El-Hüseyni, son olarak 1914'te Said El-Hüseyni, Ragıb En-Neşaşibi, Feyzi El-İlmi, Tevfik Hammad, Emin Abdulhadi ve Abdulfettah Es-Saidi) Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na katıldı.
Bu ailenin en tanınmış üyesi olan Hacı Emin el Hüseyni ise 1894 veya 1895’te Kudüs’te doğmuş, eğitimini Kudüs, Kahire ve İstanbul’da almış, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de savaşmış, İttihatçılara katılmış, Teşkilat-ı Mahsusa örgütünün Kudüs'ün sorumlusu olmuştu. General Allenby’nin 11 Aralık 1917'de Kudüs'ü teslim alması üzerine Filistin’e dönen Hüseyni, 24 yaşında olmasına rağmen Kudüs Müftüsü seçilmişti. Bu tarihten itibaren bölgedeki Britanya Manda İdaresi ile işbirliği içinde Yahudi yerleşimcilerin korkulu rüyası, Filistin milliyetçi hareketinin önderi oldu.

HEBRON OLAYLARI
El Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, Ağlama Duvarı’nın yakınlarına bir sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camii’ni yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. İki taraftan da can kayıplarına neden olan çatışmalardan sonra Hebron’un Yahudi nüfusu şehirden ayrılmak zorunda bırakılmış, mallarına el konmuştu. Olaylarla ilgili olarak 27 kişi idama mahkum olmuş ama 3 kişi idam edilmişti. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum” demişti.

NAZİZMİN ETKİSİ
Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (Britanya’nın Mavi Kitabına göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150 bine ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4 bin kişiye sınırlamasıydı.
Buna rağmen o yıl, Kudüs Müftüsü Emin El Hüseyni ile Hüseyni ailesinden Ragıb En-Neşaşibi önderlinde bir blok oluşturuldu ve Yahudilere karşı mücadele sertleştirildi. Bu dönemin en önemli eylemi, 15 Nisan 1936’da gerçekleştirilen genel grevdi. Altı ay süren grev, Britanya Manda yönetimi tarafından kanlı biçimde bastırıldı. 260 cinayetten dolayı 67 kişi suçlandı ancak hiç idam cezası verilmedi. Yani Manda İdaresi ipleri elinden kaçırıyordu.

PEEL KOMİSYONU RAPORU
Bunun üzerine Britanya Sömürgeler Bakanlığı 1936'da bölgeye ‘Filistin Kraliyet Komisyonu’ adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe başkanının adıyla geçen Peel Komisyonu’nun raporunda özetle şu tespitler yapılıyordu:
1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdadır ancak ileriki beş yıl için mülteci sayısının yılda 12 binle sınırlanması iyi olur.
2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlar ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlar. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazım.
3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyor. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyor. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyor. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikayetlerine neden oluyor.
4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikayetine neden oluyor.
5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar bu da iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyor.
6) İki toplum arasında hiç bir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyor. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlar.
7) Hem Yahudi milliyetçiliği, hem de Arap milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresi’ne tepki duyuyor. Düzeni sağlamak için en 100 bin kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten aciz.



PEEL KOMİSYONU'NUN ÇÖZÜM ÖNERİSİ
Bölgenin sosyolojik dokusuna dair başka tespitlerle birlikte Komisyon mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra çözümün bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrılmasında olduğu belirtiyordu. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi Manda Yönetimi’nde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa, Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Tek sorun bölgelerdeki Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesinin gerekmesiydi. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı(!) mübadeleyi örnek göstermişti.
Komisyonun önerisi 1917 Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düşmüştü. Ama Filistin tarafı uzun tartışmalardan sonra 1939’da kararını verdi ve planı reddetti.
Tartışmalar sürerken Arap çeteleri ile Siyonistlerin İrgun (İrgun Tzvai Leumi-Milli Askeri Örgüt, kısaca ‘Etzel’ diye adlandırıldı) ve Lehi (Lohamey Herut Israel–İsrail Hürriyet Savaşçıları) örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin bunlara tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafında da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından 3000'e yakın direnişçiyi öldürdü.
Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni ise Yahudi düşmanlığını, Nazilerle ve Faşistlerle işbirliği yapacak kadar ilerletmişti. 1933’ten itibaren Nazilere yaklaşan Hüseyni, Emin el-Hüseyni Yahudilere toprak satışını, Filistin'e Yahudi göçünü önlemeye çalışınca İngilizler müftülüğünü tanımadıklarını ilan ettiler. 1937'de Lübnan'a kaçan El-Hüseyni 1941'de Berlin'e giderek bizzat Adolf Hitler ile görüştü. Yahudileri Filistin'den atmak için destek talep etti. Hitler resmî bir taahhüt vermedi ancak sözlü olarak, Filistin ideallerini Almanya'nın paylaştığını beyan etti. Kafkaslar'ı tamamen ele geçirince Yahudileri Filistin'den atacağını vaadetti. Himmler'le yaptığı görüşmede de Balkan Müslümanları ile arasının iyi olduğunu, Almanya için silahlı bir kuvvet oluşturabileceğini söyledi. 1941’de Irak’taki Nazı yanlısı darbeye destek verdi. 1943'te Yugoslavya’da Nazilerin Müslüman Boşnak ve Hırvat askerlerinden oluşturduğu 13. SS Waffen Dağ Tümeni'ne manevi önderlik etti, Hırvat Nazi örgütü Ustaşa için çalıştı, İtalyan Faşist hükümetleri tarafından parasal olarak desteklendi. (El Hüseyni'nin bundan sonraki hayatını araştırmayı size bırakıyorum.)

HOLOKOST SONRASI
İkinci Dünya Savaşı dolayısıyla Yahudi nüfusu 1939 yılında yeniden 32 bine çıktıysa da, o yıl yayımlanan Beyaz Dosya’da (White Paper) “Majestelerinin hükümeti Filistin’in bir Yahudi devleti haline getirilmesinin bundan böyle politikalarının bir parçasını teşkil etmediğini tek taraflı olarak beyan eder” dendikten sonra göç sınırı 15 bine çekildi. 1940’dan itibaren İngiliz yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması (bunlar arasında arazi satışlarını kısıtlamak da vardı) sonucu tekrar 10 bine düştü.
1945'e gelindiğinde Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkınca, o ana kadar katı mülteci politikalarıyla Holokost’a dolaylı yoldan katkıda bulunan ABD Başkanı Henry Truman, Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı attı ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etti. Bu baskı üzerine herkese mavi boncuk dağıtarak oluşturduğu kördüğümü çözemeyen Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletler’e (BM) götürmek zorunda kaldı.

BM'NİN İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜMÜ
O tarihlerde Filistin’de yaklaşık 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü ve taraflar birbirlerinden nefret ediyorlardı. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi İşler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında plan Araplar için 1936’da Peel Komisyonu’nun önerisinden kötüydü. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından da Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karşılık 407 bin Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karşılık sadece 10 bin Yahudi yaşayacaktı. Nüfusun geri kalan kısmı ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek ise Yahudiler için de Araplar için de çok zordu. Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etmeye karar verdi.
Planın kabul edilmesi için gereken üçte iki oyu ilk turda toplanamayınca Yahudi Ajansı’nın lobicileri Amerikalı yetkilileri de seferber ederek Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler’i özel yöntemlerle ikna ettiler. Örneğin ABD’nin kölecilik geçmişinin kefareti olarak bizzat kurdurduğu Liberya’yı ikna etmek için hem Siyonist ajanlar zor kullanmıştı, hem de ABD’li lastik yapımcısı Harvey Firestone, Liberya Devlet Başkanı’nı ülkenin ürünlerini boykot etmekle tehdit etmişti.

EY TANRI! KURTAR BİZİ!
29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihi oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatemala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir sey eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ana ha Şem hoşia na!” (Ey Tanrı! Kurtar Bizi!) Davud Peygambere atfedilen Zebur’un Mezmurları’ndan 118: 25’den alındığı anlaşılan cümle, Zebur’da “Ne olur, ya Rab başarılı kıl bizi!’ diye devam ediyordu. Yahudilerin tanrısı bu acılı çığlığı duymuş olmalıydı ki, Genel Kurul’da 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla alınan 181 (II) no.lu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölündü. Karara göre azınlıklar korunacak, Filistinlilerin ekonomik gelişmesi için adımlar atılacak, Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilecekti. Yine karara göre, her iki devlet daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyid edilmiş oluyordu. Bu kararın önemli yanı da, o sırada Soğuk Savaş dolayısıyla birbirinin düşmanı olan ABD ile SSCB'nin kararın arkasında olmasıydı.



ARAPLARIN BÜYÜK FELAKETİ: 'NAKBA'
Ancak güçlerini abartan Filistinliler ve Araplar BM’nin bu kararını reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca para-militer ‘savunma/saldırı’ örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin terör eylemleri sonucu yüzbinlerce Filistinli evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu terör eylemlerinden en büyüğü 9-11 Nisan 1948’de Deir Yassin köyünde yaşanmış, değişik kaynaklara göre 107 ila 254 arasında köylü İrgun ve Lehi militanları tarafından katledilmişti. Bu büyük kaçış, Filistin tarih yazımında ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adıyla anıldı.

İSRAİL DEVLETİ İLAN EDİLİYOR
Askeri zaferler Siyonistleri cesaretlendirdi ve 14 Mayıs 1948’de BM taksim planında kendilerine öngörülen bölgede İsrail Devleti’ni ilan ettiler.
Açıklamanın ertesi günü Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan ve Irak birleşerek İsrail’e karşı savaş açtı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı’nı İsrail kazandı ve BM taksim planında Filistinlilere ayrılan toprakların bir bölümünü de işgal etti. Filistin’in güney ucunu oluşturan 6-8 kilometre derinliğindeki 363 kilometrekarelik bir şerit olan Gazze de Mısır’ın eline geçti. Savaş sırasında Arap Birliği’nin girişimi ile kurulan Filistin Ulusal Konseyi, 1 Ekim 1948’de başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’ni ilan etti. Ancak egemen olacağı bir toprak parçası olmadığından bu devletin ilanı kâğıt üzerinde kaldı.
Bunlar olurken ABD ve Britanya’nın İsrail’i tanımasının ardı çorap söküğü gibi geldi. BM üyesi hiç bir ülkeden Balfour Deklarasyonu’na yönelik bir eleştiri, protesto yapılmadı. İsrail, 1949’da, Manda Hükümeti tarafından Filistin’e uygulanan anlaşmaların artık geçerli görülmediğine dair bir karar aldı. Aslında yeni devletler, manda idarelerinin devamı sayılmadığı için, daha önce yapılan anlaşmaların bağlayıcılığının kalmaması normaldi. Ancak Manda sona ererken, tarafların hiç biri Balfour Deklarasyonu’nun artık geçerli olmadığına dair bir protestoda, bir bildirimde bulunmadı. Zaten, İsrail de, ilerki tarihlerde, bu belirsizliği istediği gibi kullandı. (Örneğin Balfour Deklarasyonu’nun Yahudi yurdu ile veya Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ile ilgili taahhütlere atıfta bulunurken, Yahudi olmayan halklara verilen teminatları hatırlamadı.)
Böylece, Filistinliler "maksimalist" taleplerle devam ettikleri yola devletsiz kalarak devam ederken, Balfour Deklarasyonu zımnen uluslar arası hukukun bir parçası oldu ve İsrail Devleti’nin kurulması uluslararası hukuk teamülleri açısından ‘meşru’ hale geldi.
İsrail Devleti’ni tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye oldu. CHP iktidarında, 28 Haziran 1949 tarihinde İsrail tanındı, 7 Ocak 1950’de Tel Aviv’de açılan Orta Elçiliğe Seyfullah Esin’in müsteşar olarak gönderilmesiyle ilişki fiilen başladı. Bu adım Soğuk Savaş Dönemi’nin Türkiye’nin Batı Bloğu ve NATO’ya dahil olma politikalarıyla uyumluydu. İsrail’in gizli istihbarat servisi MOSSAD, aynı yıl Türkiye’de bir istasyon açtı. Türkiye-İsrail ilişkileri bu tarihten sonra gelişerek sürdü...

Hamas


FKÖ, 1967 ALTI GÜN SAVAŞI, 1973 YOM KİPPUR SAVAŞI, 1978 CAMP DAVİD ANLAŞMASI, HAMAS, 1993-1995 OSLO ANLAŞMALARI

Mısır "Hür Subaylar" devriminin lideri Cemal Abdülnasır Filistin’deki örgütleri Ocak 1964’te Kahire’de topladığı Arap Zirvesi’nde alınan karar çerçevesinde Ahmed Şukayri başkanlığındaki Filistin Kurtuluş Örgütü’nde (FKÖ) toplamaya girişti.

ARAFAT VE AL FETİH
Başlangıçta, 1952-1957 arasında Mısır'daki Müslüman Kardeşler (İhvan) cemiyetine üye olan, Nasır'ın İhvan yanlılarını tutuklamaya başlaması üzerine 1957’de Mısır’dan ayrılarak Kuveyt'e giden ve 1958 sonunda Filistinli okul arkadaşları Halil el-Vezir (Ebu Cihad) ve Salah Halef (Ebu İyad) ile birlikte 'Hareketü’t-Tahrîr El-Filistin'i kuran Yaser Arafat (Ebu Ammar) FKÖ’ye katılmadı ve 1964’ün Aralık ayında Lübnan'a gitti. Hareketin baş harfleri Arapça'da ölüm anlamına gelen "HATF', tersten okunuşu ise zafer anlamına gelen ‘FETH’ idi. Daha sonra bu ikinci okunuş esas alındı ve örgüte kısaca El Fetih dendi. Örgütün kurucuları Müslüman Kardeşlerden geldiği halde izlediği çizgi milliyetçi-merkez sol diye nitelenecekti.
Böylece Merkezi Kahire'de ve Nasır'ın kontrolünde olan FKÖ ile El Fetih arasında ciddi bir rekabet başladı. Halbuki Arap devletleri tarihlerinde görülmemiş bir şey yapıp bir konuda ortak tavır almışlardı. Bir ‘Filistin Milli Fonu’ oluşturmuşlar, askerî okullarına Filistinli öğrencileri almışlar, Arap devletlerinde FKÖ ofislerinin açılmasına olanak sağlamışlardı. Cezayir'de gerilla kampları kuran El Fetih 1 Ocak 1965’te İsrail’e yönelik eylemlere başladı. El Fetih gerillaları Ürdün Nehri'ni geçerek İsrail su şebekesini havaya uçurdular. Bunun arkası da gelecekti.



1967 ALTI GÜN SAVAŞI
Arap ülkeleri perde arkasında da İsrail'le savaş hazırlıkları yapıyordu. 5 Haziran 1967’de İsrail ordusunun yaptığı ani atakla, uzun süredir gizlice İsrail’e saldırmaya hazırlanan Mısır, Ürdün ve Suriye ordularının gafil avlamasıyla Filistin Sorunu yeni bir aşamaya girdi. Arap ülkelerine Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Sudan ve Cezayir de yardım etmişlerdi ama savaşın en uzun sürdüğü Suriye cephesinde savaş altı gün, Mısır cephesinde sadece dört gün, Ürdün cephesinde üç gün sürdü. Tarihe ‘Altı Gün Savaşı’ olarak geçen bu tarihin en kısa savaşı sırasında İsrail orduları Kahire’ye 100 kilometre, Şam ve Amman’a 50 kilometre yaklaşmakla kalmamış, savaşın sonunda İsrail Mısır’dan Sina Yarımadası’nı ve Gazze Şeridi’ni, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni, Ürdün’den de Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı almıştı. Siyonistleri bir günde denize dökme hayali altı günde çökmekle kalmamış, 400 bine yakın Filistinli daha topraklarını terk ederek başta Ürdün olmak üzere çevre ülkelere gitmek zorunda kalmıştı. Yani ava giden avlanmıştı.

EL FETİH İLE FKÖ BİRLEŞİYOR
Bu yenilgi üzerine Arafat Temmuz 1967’de Şam’dan Batı Şeria’daki Nablus'a geçerek, El Fetih eylemlerini buradan idare etmeye başladı. İsrail'e karşı Nablus'ta da tutunamayan Arafat, karargahını Ürdün'e taşıdı ve FKÖ'ye temsilci göndermeye karar verdi. İş bununla da kalmadı, 1-5 Şubat 1969 tarihlerinde Kahire’de yapılan toplantıda El Fetih FKÖ ile birleşme kararı aldı ve Yasir Arafat, FKÖ'nün başına getirildi. Arafat ve El-Fetih örgütünün yıldızı Mart 1968’de Ürdün-İsrail sınırındaki Karameh köyüne yapılan İsrail saldırısını ağır kayıplar vermelerine rağmen püskürttüğünde iyice parladı.


LEYLA HALİD'İ HATIRLAR MISINIZ?
1969 yılı Ağustos’unda TWA havayollarına ait bir uçağı Şam’a kaçıran Filistinli teröristlerden birinin kadın olması o yıllarda büyük sansasyon yaratmıştı. Bu cesur kadının adı Leyla Halid’ti. Uçağa İsrail’in ABD elçisi İsak Rabin’in bineceği haber alınmıştı ancak Rabin uçakta değildi. Leyla Halid’in katıldığı ikinci eylem ise, 6 Eylül 1970 günü İsrail havayolları El Al’ın bir uçağının kaçırılmasıydı. Bu sefer uçakta İsrail Askeri İstihbaratı’nın başı Ahron Yarev’in olacağı haber alınmıştı. Amsterdam’da rehin alınan uçak Amman’a gidecekti ama pilot onları Londra’ya götürdü, ekipten Nikaragualı Patrick orada öldürüldü. Sonra İngilizler Leyla Halid’i tutukladı. Ertesi gün Dubai’den kalkan bir uçak Leyla Halid’i kurtarmak amacıyla kaçırıldı. Ve 28 günlük tutukluluktan sonra Leyla Halid takas edildi. Batı'da kadın hareketinin yükselişine denk gelen bu olaylar kahramanının kadın olmasının da etkisiyle Filistin davasının dünyada tanınmasını sağladı.

1970'İN "KARA EYLÜL"Ü
1967'deki savaştan sonra sayıları 1,5 milyona ulaşan Filistinli göçmenlerin bir milyona yakını Ürdün'de yaşamaya başlamıştı. Kendi nüfusu 1,3 milyon olan Ürdün için bu büyük bir yüktü. Ürdün’ün kuruluş hikayesi itibariyle Kral Hüseyin’i "hain" olarak niteleyen Arafat ise, bu büyük mülteci nüfusa dayanarak Hüseyin'i devirerek Ürdün’ü bir 'Filistin Devleti' haline getirmek istiyordu. 21 Ağustos 1969’da Kudüs’teki Mescid-i Aksa'nın Avustralyalı fanatik Michael Denis Rohan tarafından yakılmak istenmesine, başta Ürdün olmak üzere hiçbir Arap ülkesinin ciddi bir tepki vermemesi üzerine FKÖ'nün silahlı gerillaları bir müddet sonra Amman sokaklarında hakimiyet kurmaya, yol kontrolü yapmaya ve halktan vergi toplamaya başladı. Ürdün güvenlik güçleri ile FKÖ gerillaları arasında ciddi gerilimler doğdu, yer yer çatışmalar başladı. Bu durumu iktidarına karşı büyük bir tehdit olarak gören Ürdün Kralı Hüseyin, Çerkeslerden ve Bedevi Araplardan oluşan silahlı kuvvetleri ile 7 Haziran 1970’te başşehir Amman yakınındaki Zerka Filistin mülteci kamplarına saldırdı ve ülke genelinde Filistinli gerillalara karşı operasyon başlattı. Eylül ayında ise olaylar tam bir iç savaşa dönüştü. Amman sokaklarında yaşanan çatışmalarda yarısı Filistinlilerden olmak üzere yaklaşık 8 bin kişi hayatını kaybetti. Bu olay tarihe "Kara Eylül" olarak geçti.
Kral Hüseyin ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı devletlerden aldığı destekle FKÖ gerillalarına karşı üstünlük sağladıktan sonra 27 Eylül 1970'te, Hüseyin ile Arafat arasında ateşkes anlaşması imzalandı. Bu anlaşma uyarınca 2 bine yakın silahlı Filistinli gerillası Suriye'ye, bir kısmı da Lübnan'a geçti. Yaser Arafat ve Ebu Cihad Lübnan'a gitti. Ürdün'de kalanlardan 2300'ü tutuklandı. El Fetih’ten ayrılan bazı gruplar (örneğin Abu Ali Liyad’ın Kara Eylül örgütü) Ürdün yöneticilerine karşı tedhiş eylemlerine devam ettiler. Ama artık FKÖ için zor günler başlamıştı.

1973 YOM KIPPUR SAVAŞI
Durum sahada böyle berbat iken, 1967 Altı Gün Savaşı’yla İsrail’e kaptırdıkları toprakları geri almak için umutlarını Birleşmiş Milletler toplantılarına ve ABD-SSCB görüşmelerine bağlayan Arap ülkeleri bu toplantıların esas işlevinin sorunu çözmek değil sürüncemede bırakmak olduğunu anlayınca durumu yine kendi güçleriyle düzeltmeye karar vermişlerdi. Ancak, Mısır, Ürdün ve Suriye ordularını yeniden donatıp teşkilatlandırırken İsrail de ABD ve Fransa’dan aldığı modern silah ve teçhizatın yanısıra, kendi olanaklarıyla ordusunu takviye ediyordu. Özellikle Süveyş Kanalı’nın doğusunda oluşturduğu ‘Bar Lev Hattı’ ile kanal bölgesinde oyalama muharebeleriyle gereken zamanı kazanacağını ve bu süre içinde Suriye-Lübnan kesimindeki Arap ordularına taarruz ederek bunları süratle savaş dışı bırakacağını hesaplıyordu.
Beklenen an 1973 sonbaharında geldi. Mısır ve Suriye, ilan etmeden ihtiyatları askere aldılar, tatbikat maskesi altında yığınakları tamamladılar. Mısır ve Suriye orduları, İsrail'in en büyük bayramı olan Yom Kippur’u kutladığı gün, yani 6 Ekim 1973 günü saat 14.00'de taarruza geçtiler. Ancak, İsrail tarafı aynı gece, Mısır ve Suriye'deki Sovyet görevlilerinin ve ailelerinin havayolu ile tahliyesinden şüphelenerek alarma geçtiği için çok hazırlıksız değildi. Suriye ve Mısır cephelerinde başarılı olan İsrail ancak 26 Ekim 1973 günü Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün gelmesiyle ateşkes yaptı. Bunda SSCB’nin bölgeye tek taraflı kuvvet göndermesi de etkili olmuştu. Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Mısır giderek Sovyetler Birliği’ne yaklaşırken, İsrail ABD’ye bağımlı hale geldi.
Yaser Arafat


FKÖ GÜÇLENİYOR
Bu süreçte Filistin örgütleri de FKÖ şemsiyesi altında toplanmaya başladı. Bunlardan biri olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Kudüslü Ortodoks bir aileden gelen George Habbaş tarafından 1967’de kurulmuştu. Habbaş’ın çıkış noktası Mısırlı lider Nasır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliğiydi ancak 1971’de FKÖ’ye katıldıktan sonra sola kaymış ve FKÖ’nün köktenci Marksist kanadını oluşturmuştu. Eylemlerine 1972’de başlayan örgüt Marksist kökenine rağmen sınıf mücadelesi tanımına karşı çıkıyor, öyle ki o yıllarda sol gelenekte önemli yeri olan 1 Mayıs bayramlarını bile kutlamıyordu. Dahası katı bir İsrail düşmanlığı güdüyordu. “İsrail halkı, ulusu yoktur, hiçbir zaman İsrail’de sosyalizm kurulamaz” diyordu. (Nitekim İsrail 1978’de Güney Lübnan’a girdiğinde sadece FHKC silah bırakmamış, bundan dolayı adı ‘Red Cephesi’ne çıkmıştı.)
Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) ise 1969 yılında Ürdünlü Ortodoks bir aileden gelen Nayef Havatme tarafından FHKC’den ayrılarak kurulmuş Marksist bir örgüttü. Kısaca ‘Demokratik Cephe’ diye anılıyordu ve İsrail ulusunun artık inkâr edilemeyeceğini, Filistin sorunun buradaki sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve İsrail prolateryasının iktidara gelmesi ile çözüleceğini, bu anlamda İsrail’deki komünist hareketin desteklenmesi gerektiğini’ savunuyordu.
Filistin Kurtuluş Cephesi (FKC), Ebu Nidal tarafından 1974’te kurulmuş, Marksist olduğunu iddia eden, ancak bürokratikleşmiş hatta çürümüş örgütlerden biriydi.
Başka örgütler de vardı elbette. Ortadoğu’nun ve solun tipik bir hali olarak, etnik, dilsel, dinsel ve ideolojik ortak noktaları değil de en küçük ayrımları öne çıkaran bu örgütler, gruplar, klikler sadece İsrail’le değil birbiriyle de kıyasıya mücadele ediyorlardı.
Arkasındaki örgütleri çoğaltan Yaser Arafat, 13 Kasım 1974’te BM Genel Kurulu’nda 91 dakikalık bir konuşma yaptığında birden dünyanın gündemine oturdu. Bu konuşmayı tarihî kılan, Filistin sorununun ilk kez BM’de bir devlet ya da hükümeti temsil etmeyen bir kuruluş adına dile getirilmiş olmasıydı.

1978 CAMP DAVID ANLAŞMASI
Taraflar tam bir "pat" durumunda iken Nasır'ın 1970'te ölmesi üzerine Mısır'ın yeni lideri olan Enver Sedat (ki Hür Subaylar grubundan olup, Sudanlı annesinden aldığı cilt rengi dolayısıyla "Nasır'ın Kara Kedisi" olarak tanınırdı) 9 Kasım 1977'de beklenmeyen bir açıklama ile 'barış görüşmeleri için İsrail'i ziyaret etmeye olduğunu' duyurdu. Ardından kendisine resmi bir davet gönderildi ve 19 Kasım'da Sedat Kudüs'e ayak bastı. Böylece Sedat Yahudi bir devlete ayak basan ilk Arap devlet lideri oldu. Sedat 'adil ve kalıcı bir barış' için çağrıda bulunarak el sıkıştı ancak gerçek diplomatik görüşmelerin başlaması 10 ay sürdü.
Ağustos 1978'de Başkan Carter'ın davetiyle Enver Sedat ve Menahem Begin, ABD'de Washington'ın 100 km uzağında ormanlık alandaki Camp David'de bir araya geldiler. Görüşmeye liderlerin diplomatik ve askeri danışmanları eşlik etti ancak 12 gün boyunca dış dünya ile hiçbir temas kurmalarına olanak sağlanmadı. Görüşmelerin çökme noktasına geldiği anlarda Başkan Carter iki lider arasında gece gündüz demeden mekik dokuyarak görüşmelerin devam etmesini sağladı. Ve nihayet Sedat ve Begin uzlaşmaya vardı ve kamptan iki döküman çıktı. Birincisi, İsrail tüm Arap ülkeleri arasında oluşabilecek bir barış için temel çerçeve çizen 'Ortadoğu'da barışın çerçevesi', ikincisi ise İsrail ve Mısır arasındaki barışın çerçevesini çizen 'Mısır-İsrail Barış Antlaşması Çerçevesi' adını taşıyordu. Bu uzlaşlamalar içinde Kudüs'ün statüsü ile Batı Şeria ve Gazze'nin geleceğine ilişkin bir anlaşma olmadığını belirten notlar düşüldü.
Anlaşmanın temel maddeleri şöyleydi: 1. Gazze ve Batı Şeria'da yaşayan Filistinlilere Mısır ve Ürdün'ün belirleyeceği şekilde özerklik verilecek. 2. Özerklik statüsüne ilişkin üç yıl sonra Mısır-Ürdün-İsrail-Filistin arasında Batı Şeria ve Gazze'nin statüsünü belirlemek için tekrar görüşme yapılacak. 3. İsrail-Ürdün arasında barış görüşmeleri başlayacak. 4. İsrail Filistin'deki asker sayısını azaltacak. 5. 1975 Anlaşması ile İsrail, Mısır'a bırakılan Abu Rudeis ve Ras Sudar petrollerinden her yıl 4.5 milyon ton petrol satın alabilecek. Bu konuda bir aksama olursa ve bir anlaşmazlık çıkarsa, ABD İsrail'in petrolünü karşılamayı garanti edecek. 6. Mısır bu anlaşmalara uymayacak olur veya bu anlaşmaları herhangi bir şekilde ihlal ederse, ABD, alınacak tedbirler konusunda İsrail'e danışacak. 7. ABD Güvenlik Konseyi, bu anlaşmaya aykırı olarak sunulan her karar tasarısına aleyhte oy verecek. 8. ABD’nin bu taahhütleri yerine getirmesi, Mısır'ın tutumuna veya Araplarla İsrail arasındaki ilişkilere bağlı olmayacak.
Ancak Arap ülkeleri varılan antlaşmanın içeriğinden memnun kalmadılar ve antlaşma maddelerinin İsrail'in lehine olduğu inancı ağır bastı. Ayrıca Filistin halkının ve devletinin hukukunun gözardı edilmesi de Sedat'ın bölgedeki imajına büyük darbe vurdu.
Mısır diğer Arap ülkelerince ihanet içindeki ülke olarak görüldü ve Arap Ligi'ndeki üyeliği askıya alındı. Kasım 1979'da Nobel Barış Ödülü'nü alan Sedat, Ekim 1981'de uğradığı suikastte hayatını kaybetti.

Lübnan iç savaşı


LÜBNAN İÇ SAVAŞI VE FKÖ'NÜN SÜRGÜNÜ
1975-1991 yılları arasındaki Lübnan İç Savaşı’nın önemli aktörleri arasında FKÖ, Marunî Hıristiyanların Falanjist Partisi, Suriye ve İsrail tarafından desteklenen Hıristiyan (Melkit) Binbaşı Said Haddad’ın kurduğu Hür Lübnan Ordusu (HLO) ve Şiilerin EMEL örgütü vardı. EMEL’ciler de üçe ayrılmışlardı: Bir bölümü İran’daki Humeyni rejimine yakındı, bir bölümü Falanjistlerle ittifak halinde Filistinlilere karşı savaşıyordu, bir bölümü ise nispeten ilerici ve Filistinlileri destekliyordu. İsrail, FKÖ’nün Lübnan’dan ülkesine yönelttiği saldırıları önlemek için 1978’de Lübnan’a HLO’nun açtığı koridordan girmişti. İsrail 1982’de aynı gerekçeyle Lübnan’a ikinci kez girdiğinde en büyük yardımcıları yine Falanjistler ile daha sonra adını Güney Lübnan Ordusu olarak değiştiren HLO idi.

SABRA VE ŞATİLLA KATLİAMI
İsrail-Filistin ilişkilerini en çok etkileyen olaylardan biri hiç kuşkusuz 16-18 Eylül 1982 tarihinde Lübnan’da yaşanan ve tarihe ‘Sabra ve Şatilla Katliamı’ olarak geçen kanlı olaylardır. Beyrut’un güneyindeki bu iki mülteci kampı söz konusu tarihlerde İsrail ordusuna bağlı birlikler tarafından kuşatılmış, birliklerin arasına gizlenmiş Lübnanlı Marunî Falanjist milisler tarafından açılan ateş sonunda, Uluslararası Kızıl Haç örgütünün verdiği rakamlara göre Filistinli ve Lübnanlı 2.750 mülteci hayatını kaybetmişti.
İsrail tüm dünyanın tepkisini çeken olaylardaki ölü sayısını 800 olarak açıklamış ancak sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmek istememişti. BM bile 521 sayılı kararı ile katliamı lanetlemiş ancak suçluların adını anmaktan kaçınmıştı. Halbuki katliamdan kısa süre önce bazı Amerikan, İngiliz ve İsrail gazetelerinde olaya bizzat şahit olan doktorların, hemşirelerin anlatıları yer almıştı. Bunun üzerine İsrail hükümeti bir komisyon toplamayı kabul etti. Kahan Komisyonu, 1983 Şubatında sonucu bildirdi: “Ariel Sharon katliamdan sorumlu bulunmuştur, çünkü Falanjistlerin Filistinlilere ve Lübnanlılara duyduğu büyük düşmanlığı göz ardı ederek onları birliklerine dahil etmiş, onları eylemleri sırasında denetlememiştir. Onun yapması gereken Falanjistlerin kampa girmesini engellemekti.” Peki, bu raporun sonucu ne oldu derseniz, cevabım "kocaman bir hiç!" olur.

HAMAS'IN SAHNEYE ÇIKIŞI
Bu süreçte FKÖ önderliği Tunus’a, silahlı kuvvetleri Yemen ve Cezayir'e gönderildi ve FKÖ gücünden büyük ölçüde kaybetti.
FKÖ’nün bıraktığı boşluğu, adını ilk kez 1983’te duyuran ‘Al-Harekat al–Muqawama al–İslâmîya fi Filistin (Filistin’deki İslami Direniş Hareketi), kısa adıyla HAMAS aldı.
FKÖ seküler merkez sol eğilimli bir örgüttü ama HAMAS, Gazze Şeridi’ndeki mülteci kamplarında faaliyet gösteren Mısır’ın kadim Müslüman Kardeşler örgütünün bağrından çıkmış, İslamcı bir örgüttü. Yıllar sonra, HAMAS’ın kuruluşunda İsrail’in payı olduğu iddia edildi. İsrail’in amacı, güya FKÖ’nün gücünü kırmaktı. HAMAS'ın yıldızını parlatan, 14 Aralık 1987’de Gazze bölgesinde bir İsrail kamyonetinin, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden olmasıyla patlak veren genel ayaklanma oldu. O gün yaralıların bulunduğu hastanenin etrafında toplanarak eyleme geçen gençler HAMAS üyesiydiler. Sivil itaatsizlik şeklinde başlayan eylemler kısa sürede Batı Şeria’ya yayılmış, protesto eylemleri, grevler yapılmış. İsrail ürünleri boykot edilmiş, yollara barikatlar kurulmuştu. Filistinli gençlerin ve çocukların sapan, taş ve sopalarına İsrail’in cevabı ağır silahlarla verilmişti. 1993’e kadar sürecek Birinci İntifada’da verilen can kayıpları bini aşmıştı.

OSLO ANLAŞMALARI
Norveç'in başkenti Oslo'da 20 Ağustos 1993 tarihinde tamamlanan bir dizi buluşmadan sonra resmen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin tarafından 13 Eylül 1993 tarihinde Washington'da halka açık bir törenle imzalanan Birinci Oslo Anlaşması ile Filistin Ulusal Yönetimi'nin (FUY) kurulmasını öngörülüyordu. Filistin Yönetimi, kontrolü altındaki bölgenin yönetiminden sorumlu olacaktı. İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) Gazze Şeridi ve Batı Şeria'nın bazı bölgelerinden çekilecekti. Bu düzenlemenin, kalıcı bir anlaşmanın müzakere edileceği beş yıllık bir ara dönem sürmesi bekleniyordu. Kudüs, Filistinli mülteciler, İsrail yerleşimleri, güvenlik ve sınırlar gibi geriye kalan sorunlar bu dönemde "kalıcı statü müzakerelerinin" bir parçası olacaktı. Karşılıklı Tanıma Mektupları'nda FKÖ, İsrail Devletini tanıdı ve şiddeti reddetme sözü verdi ve İsrail FKÖ'yü Filistin halkının temsilcisi ve müzakerelerin ortağı olarak tanıdı. Yaser Arafat'ın İşgal Altındaki Filistin Toprakları'na dönmesine izin verildi. 28 Eylül 1995'te İkinci Oslo Anlaşması imzalandı. Buna göre Filistin Devleti (Batı Şeria) üç bölgeye ayrıldı. Gazze Şeridi dahil Filistin topraklarının %18'ini oluşturan ve nüfusun çoğunluğunu içeren A bölgesi, tamamen Filistin kontrolü altındadır. %22'lik B bölgesi de Filistin idaresi tarafından yönetilecekti, ancak İsrail Güvenlik Güçleri'nin kontrolü altında olacaktı. Geriye kalan %60'lık bir kısım ise hem idari hem de güvenlik yönünden tamamen İsrail kontrolü altında olacaktı. Bu antlaşma hâlâ geçerlidir.


CİHAT İDEOLOJİSİ
Yaser Arafat 1988'de BM'nin İki Devletli Çözüm Planı'nı kabul ettiğini açıklamış, Oslo Anlaşmaları'nı imzalamıştı ama İslam toprağı olan Filistin’de bir Yahudi devletinin İslami açıdan kabul edilmez olduğunu söyleyen HAMAS, Filistin’in kurtuluşunun cihatla olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla İsrail’le görüşmeye gerek duymuyordu. 1 Haziran 2001’de İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki intihar saldırısından sonra gazetecilere mülakat veren HAMAS sözcüsü, diş hekimi Abdülaziz Rantissi “eğer İsrail işgali bitmezse ölülerimizi onların üstlerine püskürteceğiz” demişti. Filistin’de HAMAS’ın kontrol ettiği Gazze’deki üniversitelerin duvarlarında ‘İsrail nükleer bombalara sahipse bizim de insan bombalarımız var’ yazıyordu. İlan tahtalarında canlı bomba olarak ölüme giden ve ‘şehitlik mertebesine ulaşan’ kahramanlara verilen beratlar, diplomalar asılıydı. Şehitlerin hikayeleri web siteleri, duvar gazeteleri, kulaktan kulağa anlatılan hikayelerle toplumun her katmanına yayılıyordu.
Ancak 2000 yılının sonbaharında başlayan ‘İkinci İntifada’ ilki gibi başarılı olmadı. İsrail’in de HAMAS’la görüşmek istemediği HAMAS’ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2003 sabahı cami çıkışında İsrail helikopterinin füze saldırısında öldürülmesiyle anlaşıldı. Halefi, Abdülaziz Rantissi de 17 Nisan 2003’te aynı şekilde öldürülünce, HAMAS’la İsrail’in arası iyice açıldı.
İsrail için en kötüsü, 2004 yılı kasım ayında Yaser Arafat’ın ölümüyle başlayan ve Ocak 2005’te Mahmud Abbas’ın devlet başkanlığıyla devam eden siyasi süreçti. Sabık Yaser Arafat yönetiminin yolsuzluk ve kötü yönetim hikayelerinin ayyuka çıktığı bir ortamda, HAMAS temiz siyaset vaat ederek, 25 Ocak 2006’da yapılan parlamento seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde 74 sandalye kazandı. Mahmud Abbas’ın liderliğini yaptığı FKÖ hareketi 45 sandalyede kalmıştı. İsrail’in Gazze’nin tamamı ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilmesi de Filistin halkı nezdinde HAMAS’ın hanesine yazıldı.
Mart 2006’da güzel bir gelişme oldu ve o güne dek, İsrail’in varlığını tanımadığını açıkladığı için İsrail tarafından muhatap alınmayan HAMAS, El Kaide’nin, İsrail’i Filistin’den çıkarmak için yaptığı cihat çağrısını, HAMAS’ın hedefinin sadece işgal altındaki toprakları kurtarmak olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak, İsrail bu beyana itibar etmemekte ısrar etti. Ve bu günlere gelindi.


KUDÜS KİMİN BAŞ ŞEHRİDİR?

Filistin Meselesi’nin çözümünün önündeki en büyük engel “işgal altındaki topraklardaki yerleşimler” olmakla birlikte Kudüs’ün statüsü de yıllardır büyük tartışmaların konusudur. Üç büyük semavi dinin temsilcileri ve takipçileri veya dini hassasiyetleri siyasi emellerine dayanak yapan Makyavelistler Kudüs’ü paylaşamazlar. Peki Kudüs hangi “dinin” başşehridir? Kısaca dinsel argümanları özetlersem:

YAHUDİLERİN LKUDÜS'Ü
Bugün bizim Kudüs dediğimiz şehir Bronz Çağı’nda (M.Ö. 3000-1200) Sami kavminden Kenaniler tarafından kurulmuştu ve adını dönemin en büyük tanrısı Shalem’den (Salem) almıştı. Bu şehir, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta, Yerushalayim ve muadili olan, Ohobila, Sion, Zion, Ir Davut gibi 70 kadar adla tam 660 kere anılır(mış). (Ben saymadım, sayanların yalancısıyım.)
Tevrat'ta Kudüs şairane ifadelerle anlatılır. Yahudi inancına göre Tanrı dünyayı yarattığı sırada tahtının altındaki bir taşı boşluğa fırlatmış, bu taş inip hareket ederek yeryüzünü oluşturmuş. Dünyanın merkezi olarak kabul edilen bu taşa ‘Even Şatiah’ yani ‘Nirengi Taşı’ demiş Yahudiler. Yine inanışa göre koca bir kaya kitlesi olan bu taşın üzerinde İbrahim oğlu İshak’ı kurban etmek istemiş, Yakup merdiven rüyasını burada görmüş, Davut Tapınak’ı burada inşa etmeyi tasarlamıştı. Davud’un ömrü vefa etmeyince onun bu hayalini Süleyman gerçekleştirmişti. Tapınağın inşa edildiği bu yer Kudüs yakınlarındaki Moriah Dağı idi. Bazıları bu tepenin bugün Sion Tepesi denilen yer olduğunu, bazıları başka bir tepe olduğunu düşünüyor. Süleyman’ın Tapınağı’nın MS 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmesi oluşturuyordu.

HIRİSTİYANLARIN KUDÜS'Ü
Bunlar olurken, tarihin en tartışmalı figürlerinden biri olan Nasıralı İsa, Hıristiyanlık dinini yaymaya başlamıştı. (Tartışmalı dedim çünkü Hıristiyan dünyasında İsa’nın yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa ne zaman yaşadığı konusunda ateşli tartışmalar hala sürüyor.) Hıristiyanlara göre, İsa’nın (ve onu doğuran Meryem’in) doğup büyüdüğü, Hıristiyanlık dinini ilk yaydığı, çarmıha gerilerek öldüğü/göğe yükseldiği yerler Kudüs ve civarında olduğu için, Kudüs’ü dünya yüzündeki en kutsal mekan saydılar. Roma İmparatoru Hadrianus, Tapınağın yıkıntılarının çevresinde Ælia Capitolina şehrini kurdu. Yahudiler bir kez daha Tapınaklarını kurmayı denediler ama başarısız oldular. Hıristiyanlık yayıldıkça, kent Hıristiyanlaştı. Kudüs’teki en önemli Hıristiyan mabedi olan Kamame Kilisesi’nin 326 yılında Doğu Roma İmparatoru Constantinus’un (ki kimi kaynağa göre 311’de Hıristiyanlığı kabul etmiştir, kimi kaynağa göre ancak 337 yılında ölürken Hıristiyan olmuştur) annesi Helena tarafından inşa ettirildiğine inanılır. Kamame kelime anlamıyla ‘çöplük’ demek olup, kilisenin bu adla anılması, İsa’nın çarmıha gerildiği ve suçluların ellerinin kesildiği çöplükte kurulduğuna inanılmasıyla ilintilidir. Doğu Hıristiyanları İsa’nın yeniden dirileceği yer olduğuna inandıkları için Anastasis (Yeniden Diriliş Kilisesi) diye anarlar. IV. yüzyıldan beri ise İsa’nın burada gömülü olduğuna inanıldığı için Kutsal Mezar Kilisesi (Holy Sepulchre) denir. Ama İncil’de Jerusalem kelimesi ve muadilleri, Tevrat’tan çok daha az (yine de) 142 kez geçer.

MÜSLÜMANLARIN KUDÜS'Ü
‘Yine de’ dedim çünkü bugün Müslümanların uğruna canlarını vermeye hazır olduklarını ilan ettikleri Kudüs şehri için Arapçada kullanılan hiç bir kelime, Kuran’da bir kere bile geçmez. Tefsircilere göre, adı geçmez ama pek çok ayette ondan bahsedilir. İslam kaynaklarına göre Kuran’da yerine dair hiç bir ipucu olmayan ‘Mescid-i Aksa’ kutsaldır çünkü inanışa göre Muhammed, Hicret’ten bir yıl ya da 16 ay önceki Ramazan ayının 27. gecesinde önce Burak adlı hayvana bindirilerek Mescid-Haram’dan (Mekke’de Kabe’nin de bulunduğu alandan) alınmış ve yeri meçhul olan Mescid-i Aksa'ya götürülmüştür. Burada namaz kıldıktan sonra göğe yükselmiş, Allah’la aracısız görüşmüştür. Miraç denilen bu olay İsra Suresi’nde şöyle anlatılır: "Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.”
Miraç’ın olup olmadığını müminlere bırakıp kendi aklımın erdiği sorulara dönersem, Mescid-i Aksa, kelime anlamıyla ‘en uzaktaki mescit’tir. En uzaktaki ne demektir? En uzak Mekkeli için en uzak yer midir, en uzak Kudüs müdür, en uzak Kudüs’ten başka bir şehir midir? En uzak ‘öteki dünya’ mıdır yoksa? Tefsirciler hepsi de son derece makul sorulara nedense kestirmeden ‘Kudüs’ diye cevap verirler. Bunu desteklemek için de Hadid 13’te geçen “Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azap vardır” ifadesindeki ‘sur’un, Kudüs’teki Harem’üş-Şerif’in doğu duvarı olduğunu ileri sürerler. Sonra bazı hadislerde geçen örtük ifadeleri aktarırlar. Bunlara göre, 610 yılından Hicret’tin (622) 2, 9, 10, 13, 16 veya 17. ayına kadar (kaynaklar bu konuda uzlaşamıyor) kıble, Mescid-i Haram (yani Mekke) değil, Mescid-i Aksa, yani Kudüs’tür.
Ama bu yorumlar da tamamen totolojidir. Çünkü, kıblenin yönünü anlamak için önce Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunu tespit etmek gerekir.
Lafı uzatmayayım, sonuç olarak önce iman etmek sonra da tefsircilerin her şeyi bildiğine inanmak gerekir bu bağlantıları kurmak için. Neden Allah, Kudüs’ün adını açıkça anmamıştır da, böyle kapalı ifadeler kullanmıştır ve kullarını asırlarca süren tartışmalara mahkum etmiştir, bunu da Allah bilir!

HALİFE ÖMER'İN KUDÜS'Ü
Kudüs yaklaşık yedi asırlık Roma hakimiyetinden sonra, 638 yılında İslam hakimiyetine girmişti. İslam anlatısına göre Halife Ömer’in ordularıyla sarılan şehir halkı, Suriye şehirleriyle yaptıkları anlaşmalara benzer bir anlaşmanın (bu anlaşmalara ‘emanname’ veya ‘ahidname’ deniyor) kendileriyle de yapılması karşılığında şehri Ömer’e teslim etmişti. Yine İslam kaynaklarına göre Ömer, beyaz bir deve üzerinde şehre girmiş, kendisini karşılayan Patrik Sophronios’den Hıristiyanlar’ın kutsallaştırılmış yerlerini görmek istemişti. Patrik onu Kamame Kilisesi’ne götürmüş ve görünecek ne varsa göstermişti.

ÖMER NEDEN KAMAME'DE NAMAZ KILDI?
Rivayete göre Ömer kilisede iken namaz vakti yaklaşmıştır. Halife seccadesini nereye serebileceğini Patriğe sorar. Sophronios ondan, bulunduğu yerde namaz kılmasını rica eder. Fakat Ömer namazı kilise içinde değil de kilisenin avlusunda kılar ve daha sonra bunun nedeni patriğe şöyle anlatır: “Eğer sizin ricanızı kabul edip de, namazı kilisenin içinde kılmış olsaydım, Müslümanlar benim bu eylemime atıfta bulunarak, günün birinde imzaladığımız antlaşmayı bozarlardı.” (Kudüs’ün Müslümanlarca fethine dair ‘öteki tarih’ anlatısını da başka bir zaman aktarırım.)
Ömer niye Mescid-i Aksa’da değil de, Kamame Kilisesi’nde kıldı namazını? Çünkü, Muhammed’in zamanında Kudüs'te Mescid-i Aksa adıyla ya da bir başka adla bir mescit veya cami yoktu! Yine rivayete göre Ömer, Kudüs’e fethettiğinde, Yahudilerin Süleyman mabedinin (berbat haldeki) kalıntıları üzerinde ibadet ettiklerini görünce bu kalıntıları temizletmişti. Ömer’in buraya bir mescit yaptırdığına dair İslam anlatısı yok. Dolayısıyla Kuran’daki ‘Mescid-i Aksa’nın burası olduğuna dair fiziksel bir kanıt yok.
Ancak, hilafetini Kudüs’te ilan ederek şehrin Mekke ve Medine’yle yarışmasını başlatan Emevi Halifesi Muaviye (661-680) döneminde İngiltere’nin Galler bölgesinden gelen Arculf adlı Hıristiyan hacı, hatıratında “Arapların Yahudilerin tapınağının kalıntılarının bulunduğu bölgede dua etmek için basit bir mekanları” olduğunu belirtmişti. Arculf bu mekanın bir adı olduğundan söz etmiyordu ancak buranın Ömer döneminde yapıldığını duyduğunu söylüyordu. Bu ibadethane bugünkü Mescid-i Aksa’nın nüvesi olmalı.

KUBBETÜ'S SAHRA NE ZAMAN İNŞA EDİLDİ?
Kudüs’ün Mekke ve Medine ile asıl rekabeti, Halife Abdülmelik zamanında (685-705) başlamıştı. Halifelik iddiasında bulunan İbn-i Zübeyr Mekke’ye hakim olunca Abdülmelik hacca giden Suriyelilerin ona katılmasından endişe ederek hacıların Mekke’ye gitmesini yasaklamış ve bunun yerine Kudüs’ü ziyaret etmelerini tavsiye etmişti. Bu kararına dönemin fıkıh alimlerinden Ez Zühri destek vermişti. Zühri’ye göre, Peygamber, hac makamı olarak Mekke, Medine ve Kudüs’ü aynı değerde saymıştı. Yine bir rivayete göre, Abdülmelik, 691 yılında Kudüs’ün Müslümanlar için kutsallığını güçlendirmek için, Peygamberin Miraç sırasında ayağını bastığına inanılan taşın üstüne Kubbetü’s Sahra’yı inşa ettirmişti. Sıklıkla Mescid-i Aksa ile karıştırılan Kubbetü’s-Sahra, ortası kubbeli sekizgen bina olup bu iki yapının bulunduğu bölgenin adı Haremü’ş-Şerif. Yahudi ve Hıristiyan şehri Kudüs’ün sadece resmen değil sembolik olarak sahiplenilmesi böylece başlamıştı.
Peki Mescid-i Aksa ne zaman inşa edildi? Bu konuda İslam araştırmacılarının bir çalışmasının henüz olmadığı 1938-42 yılları arasında, Mescid-i Aksa’da yapılan büyük restorasyon sırasında Batılı uzmanlar tarafından yapılan araştırmalardan anlaşıldığına göre (ki bu konuda Mısır’da bulunan Afrotido Papirüsü denilen bir belge önemli görülüyor), bugünkü Mescid-i Aksa’nın ilk binası, Emevi halifesi Velid (705-715) döneminde inşa edilmişti. Böylece Kuran’ın sözü nihayet gerçek kılınmıştı! 748-749’daki depremden sonra yıkılan mescit, Abbasi Halifeleri Mensur (754-775) ve Mehdi (775-785) dönemlerinde onarılmıştı.

OSMANLI DÖNEMİ
Bundan sonrasını hızlı geçeyim. Abbasi döneminin ardından Kudüs, Fatımilerin, Selçukluların, Haçlıların, Eyyübilerin ve Memluklerin hakimiyetinde kaldı ve 1516 yılında Mercidabık Savaşı’ndan sonra genelde bölge için, özelde Kudüs için Memluk dönemi sona erdi, Osmanlı dönemi başladı. Yavuz Sultan Selim, Kudüs’teki ilk namazını Mescid-i Aksa’da kıldı. Selim, kendisini karşılayan Ermeni Patriği Serkis’e ve Rum Patriği Attalia’ya birer ferman vererek, Hristiyanların kutsal mekânlarında serbestçe ibadet etmelerini güven altına aldığı gibi, hangi kutsal yerlerin hangi cemaatin tasarrufuna bırakıldığını da belirledi. Şehir, Kanuni Sultan Süleyman zamanında (1520-1566) yeniden surlarına kavuştu, ayrıca Kubbetü’s-Sahra başta olmak üzere pek çok mabet onarıldı. Fransa, Kanuni döneminden başlayarak, 1564, 1673 ve 1740 tarihli anlaşmalarla Kudüs’teki kutsal mekanlarla ilgili bazı hak ve imtiyazlar elde etti. Bu arada Rusya da konuya dahil olmaya çalışıyordu

KUTSAL YERLERLE İLGİLİ MEZHEP SAVAŞI
1740 yılında Kudüs’ü ziyaret eden Elzear Horn şunları yazmıştı: “İlk olarak; Avrupalılarla birlikte ‘Frank’ denilen Latinler var. İsa’nın kabrine ek olarak Kutsama Taşı’na, Hayalet Şapeli’ne, aşağıdaki ve yukarıdaki galerilerin büyük bir bölümüyle birlikte, Haçın bulunduğu yerin gözetim hakkına sahipler. İkinci olarak kilisenin gövdesine, İsa’nın hapishanesine, Aziz Longinus Şapeli’ne, Golgotha Dağı’nın (İsa’nın çarmıha gerildiğine inanılan dağ) dar mahzenlerinin altındaki ve Kamame etrafındaki karanlık mabetlere sahip Rumlar (Ortodoks) var. Kilisenin üçüncü sahipleri, Ermeni keşişleri. Dördüncü grup Kıpti keşişleri. Kamame Kilisesi sınırları içerisinde yalnızca adı geçen bu üç grup yaşar. Beşinci grup içeride şapelleri olan Süryanilerdir. Kilise kapandığında ve Süryaniler yokken şapeli Ermeniler korur... Altıncısı, kilisenin duvarlarının etrafında karanlık bir şapelleri olan Habeşliler. Fakat ziyaret ücreti Türkler tarafından azaltılınca orayı terk ettiler ve yemek, içmek ve diğer şeyler için, hacıların kabul alanı olduğu için şapellerini Yunan kesişlerine verdiler.”

CİHAN HARBİ SONRASI
Kudüs, 1831-1840 yıllarındaki Kavalalı Mehmet Ali Paşa dönemi hariç tutulursa Aralık 1917'ye kadar yaklaşık kesintisiz dört asır Kudüs Sancağı adıyla Osmanlı yönetiminde kaldı. 1800’lü yıllarda bölgeyi ziyaret eden seyyahlar, şehir nüfusunun yarıya yakınının Müslüman, diğer yarısının dörtte birinin Musevi, kalanının Hıristiyan (Latin, Ermeni, Rum, Süryani, Kıpti vd) olduğunu yazsa da, 1914’te Kudüs Sancağı’nın yaklaşık 330 bin olan nüfusunun 266 bini Müslüman, 26 bini Rum, 21 bini Yahudi idi. (Belgelerde bazen etnik kimlik bazen dinsel kimlik kullanılıyordu.) Kısacası Ömer döneminde başlayan “fetih”, 19.yüzyılın sonuna gelindiğinde tamamlanmış gibiydi. (Ancak bunun ne kadar yüzeysel bir hakimiyet olduğunu bu mecrada Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı eserinden yaptığım uzunca bir alıntıyla anlatmıştım. Merak edenler bu anahtar kelimelerle bulabilirler sanırım.)
Cihan Harbi’nin Osmanlı İmparatorluğu tarafından hezimetle sonlanmasından yaklaşık bir yıl önce, İngiliz Generali Allenby’nin birlikleri 11 Aralık 1917 günü Kudüs’e girdiğinde Kudüs’ün Osmanlı dönemi fiilen sona erdi. O tarihten itibaren Kudüs, Filistin Dosyası dizisinde özetini verdiğim toplumlararası çatışmaların temel unsurlarından biri oldu.

 GOLDA  MEIR (1898 / Kiev - 1978 / Kudüs)

KRAL ABDULLAH - GOLDA MEIR GÖRÜŞMELERİ
Kudüs’ün statüsü ile ilgili tartışmalar ilk kez Ürdün Emirliği’ni temsilen Kral Abdullah ile Yahudi Ajansı’nı temsilen Golda Meir arasında Kasım 1947’de başlamıştı. BM ise 29 Kasım 1947 tarihli kararında, Filistin’deki Britanya Mandası’nın Arap ve Yahudi devleti olmak üzere ikiye bölünmesi ve Kudüs’e uluslararası bir statü verilmesi tavsiye etmişti. İkili, İsrail Devleti’nin ilan edildiği 14 Mayıs 1948 tarihinin arifesinde bir kere daha buluştular.
İsrail’in bağımsızlık kararını protesto eden Arap ülkeleri 15 Mayıs 1948’de, daha önceden başlamış olan askeri hareketliliği arttırdılar ve 10 ay sürecek bir savaş başladı. Bu savaş sırasında, İsrail tarafı Kudüs’ün Batı yakasını, Ürdün ise Doğu yakasını işgal etti. İsrail güçleri Haziran 1948’de, Batı Kudüs’teki Yahudi mahallesini Ürdün kuvvetlerinden kurtarmak için bir operasyon yaptı ama başarısız oldular. 11 Haziran’daki ateşkes anlaşmasıyla Kudüs fiilen ikiye bölündü. Doğu Kudüs Ürdün’ün payına düştü, Batı Kudüs İsrail’in payına. 1948’in sonunda İsrail Ürdün’e, sadece Eski Şehir içindeki küçük bir bölümü uluslararası statüye kavuşturmayı önerdi. Bu teklif Kral Abdullah için kabul edilemezdi çünkü onun hedefi savaş sırasında işgal ettiği Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü elinde tutmaktı. Bunun üzerine İsrail Devlet Başkanı David Ben Gurion Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etti. 5 Aralık 1948’de İsrail parlamentosu (Knesset) kararı onayladı. Buna cevap olarak Ürdün 13 Aralık’ta Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı ilhak ettiğini ilan etti.



İSRAİL'İN BM'YE KABULÜ
11 Mayıs 1949’da BM’de, İsrail’in üyeliği oylandı. 37 üye “kabul”, 9 ülke “çekimser”, 12 ülke “red” oyu verdi. Üyeliğin kabulünden hemen sonra BM’nin önünde İsrail bayrağı dalgalanmaya başladı. Ancak BM İsrail’i kabul kararıyla birlikte iki özel karar almıştı. 181 No.lu karar, BM Genel Kurulu'nun ortaya koyduğu Paylaşım Planı kapsamında, İngiliz manda rejiminin sona ermesiyle birlikte Filistin toprakları üzerinde birisi Arap diğeri Yahudi olmak üzere iki bağımsız devletin kurulması ve Kudüs'ün silahlardan arındırılmış, BM Vesayet Konseyi'nin himayesinde uluslararası bir statüye (Corpus Separatum) sahip olmasını öngörüyordu. Söz konusu statü 10 yıl yürürlükte kalacak, daha sonra referandum yoluyla halkın görüşlerine başvurularak gözden geçirilecekti. 194 No.lu karar ise Kudüs’ün BM kontrolünde “uluslararası şehir” statüsünde olacağını ve savaşta yerinden edilmiş yaklaşık 750 bin Filistinli mültecilerin geri dönüşünü, geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesini öngörüyordu. Ayrıca kentin kutsal mekanları korunacak ve buralara erişim güvence altına alınacaktı. Bunları uygulamak üzere kurulan üçlü komisyonunu üyeleri Türkiye, Fransa ve ABD idi.

MOŞE DAYAN-ABDULLAH TELLAL PAZARLIĞI
1949’da Kudüs kumandanı Moşe Dayan Ürdünlü mevkidaşı Abdullah Tallal ile yeni bir pazarlığa girişti. Teklif şuydu: İsrail Batı Kudüs’ün Katamon, Baka, Malha, Abu Tor, Talpiot, Mekor Chaim mahallerinden, Siyon Tepesi’nden ve Ramat Rachel Kibbutzu’ndan askerlerini çekecekti. Böylece Ürdün doğudan batıya, güneyden Kuzeye işgal ettiği yerlerde engelsiz egemen olacaktı. Moşe Dayan, bu teklifin karşılığında, Zeytin Dağı’ndaki Yahudi mezarlığına giden bir yol ile Eski Şehir’de Ofel Tepesi ile Siyon Tepesi arasındaki Yahudi mahallesinin kontrolünün İsrail’e bırakılmasını istiyordu. Ürdün bu teklifi kabul etmedi çünkü İsrail’in fazla hevesli olduğunu görmüştü. Bu hevesin nedeni Ürdün’le İsrail arasındaki Negev (Necef) Çölü’nün statüsü idi. Ancak Ürdün yanılmıştı, İsrail teklifini geri çekti. ABD, Fransa ve Britanya İsrail ile Ürdün arasında arabuluculuk yaptıkları halde görüşmeler sonuçsuz kaldı. 9 Aralık 1949 tarihli BM kararıyla Kudüs’ün uluslararası statüsü teyit edildi.
1949 sonunda ABD, Moşe Dayan’ın teklifi temelinde yetkinin paylaşılmasına yakınlaşmıştı. İsrail ise Batı Kudüs’ün kendi kontrolünde, Doğu Kudüs’ün ise BM kontrolünde olmasını istiyordu artık. Ürdün bu sefer Kudüs’ün hem İsrail hem Ürdün’ün egemen olmadığı ama başlangıçta öngörülünden daha gevşek bir uluslararası statüye sahip olmasını savunmaya başladı. 15 Mayıs 1950’de bu statüyü Arap Ligi de onayladı.

KRAL ABDULLAH'IN ÖLDÜRÜLMESİ
Kral Abdullah, 20 Temmuz 1951’de, Kudüs’te Cuma namazını kılmak için gittiği El Aksa Camii’nin merdivenlerinde radikal bir Filistinli tarafından öldürüldü. İsrail-Ürdün arasında bir kez daha görüşmeler başladı. Ancak Ürdün İsrail tarafının Scopus Dağı’na, Eski Şehir’deki Yahudi mabetlerine ve Zeytin Dağı’ndaki Yahudi mezarlığına serbestçe geçiş talebine kulak asmazken, İsrail de Scopus Dağı’nda düşük profilli bir güvenlik kuvveti bulundurma kararını çiğnedi, oraya polis giysili, silahlı birlikler gönderdi. Böylece sorun yine çözümsüz kaldı. Bu arada 1950’lerin başında Kudüs’te biri (Hollanda) hariç tamamı Güney ve Orta Amerika ülkesi olmak üzere 16 ülkenin büyükelçiliği vardı.

İSRAİL-ÜRDÜN KAVGASI
1967’de Altı Gün Savaşı başladığında İsrail Ürdün’e tarafsız kalmasını önerdi. Teklif reddedildi. İsrail o kadar kızmıştı ki Kral Hüseyin’in sarayını bombaladı, hedefin onu öldürmek olduğu anlaşılıyordu. Ardından Ürdün güçlerine büyük hasar verdi. Ardından Scopus Dağı’na doğru bütün engelleri kaldırdığı gibi Eski Şehri de işgal etti. 1948’den beri Ürdün’ün işgali altında olan tarihi (1920’de açılmıştı) Kalandia Havaalanı’nı geri aldı. İsrail yaptığının “işgal” değil “belediye bütünleştirmesi” olduğunu ileri sürüyordu. Ancak BM Genel Kurulu 4 Temmuz 1967 günlü 2253 numaralı kararla, İsrail'in Kudüs'ün statüsünü değiştirmeye yönelik faaliyetlerinden “derin endişe”(!) duyduğunu belirtti, bu tedbirlerin geçersiz olduğunu ve İsrail'in bu tedbirlerden vazgeçmesi gerektiğini kaydetti.

GOLDA MEIR - KRAL HÜSEYİN GÖRÜŞMELERİ
1972’de Ürdün Kralı Hüseyin (suikasta kurban giden Abdullah’ın torunuydu. Babası Tallal tahttan sağlık nedenleriyle feragat etmiş ve İstanbul Ortaköy Şifa Yurdu’nda psikolojik tedavi görmeye başlamıştı.) Batı Şeria’daki Filistinlilere otonomi vaad etti. Başkentleri de Doğu Kudüs olacaktı. 1973’teki Yom Kippur Savaşı sonrasında bazı ülkeler Batı Kudüs’teki büyükelçiliklerini kapatmaya başladılar. Bunun üzerine İsrail Başbakanı Golda Meir, Kral Hüseyin’e (iki kez gizlice buluşmuşlardı) Kudüs’ün kutsal mekanlarının hamiliğini kabul edebileceğini ancak egemenliğini vermeyeceklerini söyledi. Kral bu konuda o kadar ısrarcıydı ki, 7 Mart 1974’te Moşe Dayan, kendisine “Doğu Kudüs”ten vazgeçmesi karşılığında Batı Şeria’yı iade etmeyi önerdiğinde kabul etmedi.

KNESSET'İN KARARI
30 Temmuz 1980'de İsrail Parlamentosu (Knesset) tek taraflı olarak kentin doğusunu ve batısını İsrail'in binlerce yıllık bölünmez başkenti olarak ilan eden Kudüs Yasası’nı kabul etti. BM Güvenlik Konseyi 20 Ağustos 1980 tarihli 478 No.lu kararı ile Knesset’in bu kararını uluslararası hukukun ihlali olarak kınadı. İlginçtir, kararı veto hakkına sahip olan ABD, oylamaya katılmadı ve karar kabul edildi. BM, üye ülkelere de diplomatik misyonlarını Kudüs'ten Tel Aviv'e taşıma çağrısı yapılmıştı. Kudüs’te elçiliği bulunan 16 ülke peyderpey kararı uyguladı. (Son taşınma ancak 2006’da oldu.)
BM Genel Kurulu 19 Aralık 1983’te İsrail'in Kudüs, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri’ni işgalini kınadı, İsrail’in "barışsever bir üye" olmadığı belirtilerek, bütün uluslara İsrail ile diplomatik, ticari ve kültürel bağları koparmaları çağrısı yaptı.

Isak Rabin

ISAK RABIN VE ABDULLAH ABD KONGRESİ'NDE
Ancak ABD’de Bill Clinton’un iktidara gelmesiyle birlikte, Ortadoğu’da barış görüşmeleri sezonu açıldı. Ekim 1991’de başlayan görüşmeler 13 Eylül 1993’te Ürdün’le İsrail’in arasında Oslo Mutabakatı’nın imzalamasıyla sonuçlandı. 26 Temmuz 1994 günü, onlarca ülkenin dışişleri bakanı, büyükelçisi, 2 bin kişilik Ürdün heyeti, 500 kişilik İsrail heyeti ABD Kongresi’nde buluştu. İsrail Başbakanı İzak Rabin o gün ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada 11 kez “Kudüs” adını geçirdiği gibi Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu ilan etti.
Aynı oturumda konuşan Ürdün Kralı Hüseyin ise Kudüs’ün adını 4 kez telaffuz etti ama “Ailem büyük bedeller ödedi. Büyük büyük babam, Mekke Şerifi Hüseyin El Aksa Camii’nde gömülü, onun yanında büyük babam Kral Abdullah yatıyor” diye başladığı konuşmasında Kudüs’ün statüsünü sadece ve sadece Tanrı’yla tartışacağını, dinler arası diyaloğun güçlendirilmesi gerektiğini, Kudüs’ün üç İbrahimi dinin barış içinde yaşayacağı bir yer olması için çalışacağını ilan etti. O’na göre Kudüs ilerde barışın ve birliğin sembolü olacaktı ve Filistinliler ve İsrailliler “Arap” Doğu Kudüs’ün statüsünü birlikte tayin edeceklerdi. Bu süreç Ekim 1994’te Nobel Barış Ödülü’nün FKÖ lideri Arafat ile İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres’e verilmesiyle taçlandı.

1995 "EMBASSY ACT"
13 Ekim 1995’te Senatör Robert Dole Kongre’ye “Jerusalem Embassy Act (Kudüs Büyükelçilik Sözleşmesi) kanun teklifini sundu. 24 Ekim 1995’te teklif aynı gün Senato’da ve Temsilciler Meclisinde yapılan oylamalarla kabul edildi. 100 kişilik Senato’da oylamaya iştirak eden 98 senatörün 93’ü “evet”, beşi ise “red” oyu kullandı. 435 kişilik Temsilciler Meclisinde yapılan oylamaya iştirak eden 411 milletvekilinden 374’ü “evet”, 37’si “red” oyu vermişti. Kanun, anayasal onaylanma süresinin bitim tarihi olan 8 Kasım 1995 tarihinde, ABD başkanı Bill Clinton tarafından imzalanmamasına rağmen, ancak veto da edilmediği için usul gereği yürürlüğe girdi.

Buna göre:
Kongre her egemen devletin uluslararası hukuk ve teamüller uyarınca kendi başkentini tayin edebileceğini,
1950’den beri Kudüs’ün İsrail Devleti’nin başkenti olduğunu,
Kudüs’ün İsrail’in başbakanlık, parlamento, yüksek yargı ve sayısız idari, sosyal ve kültürel kuruluşun faaliyet gösterdiği yer olduğunu,
Kudüs’ün Yahudiliğin ruhani merkezi olduğu ayrıca diğer inançlar için de kutsal bir şehir olduğunu,
1948-1967 arasında Kudüs’ün bölünmüş şehir olduğunu ve İsrail’in Yahudi vatandaşları kadar, diğer devletlerin Yahudi vatandaşlarının da Kutsal Mekanlara erişiminin Ürdün tarafından engellendiğini,
1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra Kudüs’ün yeniden tek parça olduğunu,
1967’den beri Kudüs’ün İsrail tarafından yönetilen ve bütün inançlara sahip kişilerin kutsal mekanlara erişiminin garanti edildiği bir şehir olduğunu,
1995 yılının Kudüs’ün bütün inançların saygı gördüğü ve korunduğu birleşik bir şehir oluşunun 28. yıldönümü olduğunu,
1990’da Kongre’nin oybirliği ile “Kudüs bütün etnik ve dinsel grupların haklarının korunduğu bölünmemiş bir şehir olarak kalmalıdır” kararı aldığını,
1992’de Senato ve Temsilciler Meclisi’nin oybirliği ile “Kudüs’ün birleşmesinin 25. Yıldönümünü kutladığı ve Kudüs’ün bölünmemiş bir şehir olarak kalmasına yönelik hassasiyeti teyit ettiğini,
13 Eylül 1993’te Kudüs’ün nihai statüsünün belirlenmesine yönelik deklarasyonun kabul edildiğini,
Bu deklarasyon uyarınca, 4 Mayıs 1994’te Gazze Şeridi ve Eriha bölgesiyle ilgili beş yıllık geçiş döneminin başladığını,
Mart 1995’te, Senato’nun 93 üyesinin Dışişleri Bakanı Warren Christopher’a yazdıkları bir mektupla, ABD Elçiliği’nin Kudüs’e taşınması planlamasının şimdiden başlamasını istediklerini,
Temmuz 1993’te Temsilciler Meclisi’nin 257 üyesinin Dışişleri Bakanı Warren Christopher’a yazdıkları mektupla, ABD Elçiliği’nin Kudüs’e taşınmasının [31 Mayıs]1999’dan ileri bir tarihe kalmaması iyi olur dediğini,
ABD’nin elçiliklerini her ülkenin fonksiyonel başkentinde açtığını, bunun tek istisnasının demokrat dost ve stratejik müttefik İsrail Devleti olduğunu,
ABD’nin, resmi toplantılarını ve diğer işlerini Kudüs’te yürütmesinden dolayı, Kudüs’ün de facto “İsrail’in başkenti” statüsünü kazandığını,
1996’da İsrail Devleti’nin Kudüs’e Kral David’in girişinin 3000. yıldönümünü kutlayacağını teyid ediyordu.
Kongre ayrıca elçiliğin Kudüs’e taşınması için 1996’da 25 milyon dolardan az, 1997’de 75 milyondan az olmamak üzere fon ayrılmasına karar vermişti. Metnin dili, ABD’nin İsrail tezlerine verdiği koşulsuz desteği gösteriyordu ancak elçiliğin Kudüs’e taşınması kararı yasa bünyesinde yer alan ve altı ayda bir yenilenmesi gereken Başkanlık Feragat Yetkisi (Presidential Waiver) çerçevesinde yapılan ertelemelerle 2017’ye kadar geciktirildi.
Başkan Trump da tarafları (İsrail ve Filistin Özerk Yönetimi) müzakere masasına oturmaya ikna etmek için söz konusu kanunun uygulamaya geçişini bir altı ay daha ertelemeyi uygun bulmuştu. Dahası Trump önce ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ilan ettikten sonra, sadece “Bürokratik işlemlerin ikmal edilmesine zaman tanımak için” 1995 Kudüs Büyükelçilik Yasası’nı altı ay daha erteleyen Başkanlık Feragat Yetkisi’ni, 6 Aralık 2017 itibariyle tekrar kullandı. Bu arada, ABD Dışişleri Bakanlığına Kudüs’te büyükelçilik binasının inşa edilmesine ilişkin çalışmaları başlatması için talimat verdi. Trump'a Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımaktan vazgeçme çağrısı yapan karar tasarısı, BM’de veto yetkisine sahip daimi beş üyeden biri olan ABD tarafından veto edilince, karar 21 Aralık 2017 tarihinde BM Genel Kurulu’na getirildi. Kurulda Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararını geriye çekmesi çağrısı oylandı. Oylamaya 172 ülke katıldı ve karar 35 “çekimser”, 9 “hayır” oyuna (ABD, İsrail, Guatemala, Honduras, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Togo, Palau) karşı 128 “evet” oyuyla karar kabul edildi. BM Güvenlik Konseyi’nden çıkan kararlar uluslararası toplum için bağlayıcı, Genel Kurul’dan çıkan kararlar ise tavsiye niteliğinde. Dolayısıyla, son Kudüs kararının da bağlayıcılığı yoktu, ama Trump'ın uluslararası toplum tarafından yalnız bırakıldığını göstermesi açısından önemliydi.
2017 itibariyle: Batı Kudüs’te hiçbir ülkenin büyükelçiliği yoktu. Doğu Kudüs’te ise aralarında ABD ile İspanya’nın da bulunduğu 16 ülkenin temsilciliği (konsolosluğu) vardı. Türkiye'nin Büyükelçiliği Tel Aviv'de, Doğu Kudüs'te de temsilciliği var. Buna karşılık İsrail Parlamentosu (Knesset), Başbakanlık, Savunma Bakanlığı hariç tüm bakanlıklar Kudüs’te. Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı Tel Aviv’de. Bazı bakanlıkların, Doğu Kudüs mahallelerinde ek binaları var.
Bir gün Filistin Devleti kurularsa, ona Kudüs’ün baş şehirlik yapmasının arkasında böyle karmaşık bir tarihçe var.




Ayşe Hür



* * *


Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


_________________________________


İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli...

  İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli... ✓ 21 Nisan Pazar günü yine Kültürpark'ın ...