Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu'nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu'nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM'de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.
* *
AYŞE HÜR
1942 yazında, İstanbul gazetelerinde, genel olarak gayrimüslimleri, özel olarak Yahudileri hırsızlık, karaborsacılık, soygunculuk, vurgunculuk ve ihtikâr (aşırı kâr) fiilleri ile ilişkilendiren haberler ve karikatürler birbirini izlemişti. Rıfat N. Bali’nin derlediği bazı başlıklar şöyleydi: “Vurgunculara ders olsun. İzmir'de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Üç Yahudi’nin marifeti. Limon tuzu yerine sıhhate muzır (zararlı) maddeler satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 4 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “150 vagonluk bir kâğıt meselesi. Kâğıtları Romanya'dan getirten Yahudilerin çevirmek istedikleri oyunları önlemek lazımdır.” (Tasvir-i Efkâr, 21 Ağustos 1942), “Karpit ihtikârı yüzünden bir Yahudi tüccar kırk bin lira fazla kâr temin etmiş.” (Tasvir-i Efkâr, 28 Ağustos 1942), “İki Yahudi çocuğunun marifeti! Hava Kurumu menfaatine rozet dağıtırlarken kutuya atılan paraları çalıyorlardı.” (Cumhuriyet, 31 Ağustos 1942), “İstifçi iki Yahudi yakalandı” (Tasvir-i Efkâr, 9 Eylül 1942), “Eroin satan bir Yahudi.” (Tasvir-i Efkâr, 15 Eylül 1942), “Maruf Yahudi tüccarı Simon Brod dün tevkif edildi.” (Tasvir-i Efkâr, 18 Eylül 1942) “Yahudi dalaverası. İhtikâr yaptığı yetmiyormuş gibi bir de rüşvet teklif etti.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Eylül 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942), “Açıkgöz bir Yahudi filit yerine renkli su satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Ekim 1942)
“KELLE İSTİYORUM!”
Bu hazırlıktan sonra ‘Hececi’ şairlerimizden Orhan Seyfi Orhon, 24 Eylül 1942 tarihli Akbaba’daki yazısında iktidarın ağzındaki baklayı çıkaracaktı:
“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!
Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!
İktisat prensipleri bana vız gelir! İster misiniz gizli mahzenlerin aralıklarından pirinç kazevileri (sepet), şeker sandıkları, un çuvalları, yağ tenekeleri sürüyle meydana çıksın? İster misiniz apartmanların balkonlarından top top elbiselik kumaşlar, ipekliler, yünlüler, pamuklular sarksın? İster misiniz makarnalar serpantinler gibi sokaklara yayılsın, bisküviler konfetiler gibi caddelere dağılsın? İster misiniz eşya fiyatları durup dururken hiç yoktan yükselmesin? Pirince kum, una toprak, süte su, yağa müzahferat (parlak boya) karıştırılmasın? İster misiniz müstehlikin (tüketicinin) verdiği az farkla müstahsilin (üreticinin) eline geçsin? Altın spekülasyonu, on misline arsa alışlar, apartıman satışlar, villa yaptırışlar olmasın?
Öyleyse siz de benimle beraber olun! Gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından -eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim: -Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, karaborsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”
[AYŞE HÜR'ün Savaş yıllarının önemli olaylarından Struma Faciası hakkındaki yazısı: Okumak için tıklayın]
1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU
Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi, ama ‘savaş zenginleri’ yaratan politikaları yüzünden halk Başbakan Refik Saydam’dan da adeta nefret ediyordu. Hava böyleyken Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden öldü. 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi:
“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”
Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.
“HALKIN HİSSİYATI: ASMALI!”
Yeni Sabah yazarlarından Aka Gündüz (eski Teşkilat-ı Mahsusacı Enis Avni) 13 Kasım 1942 tarihli Yeni Sabah’taki “Reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu:
“Mütalealar, fikirler tümen tümendi: Asmalı. Kesmeli. Kuşbaşı doğramalı. Kıymasını iki çekmeli. Gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. Malını mülkünü millet hazinesine almalı. Bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. İşkembesine zift doldurup güneşe asmalı. İki gözünü oyup bir avucuna vermeli. Kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. Harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. Temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. Vesaire, vesaire... Bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu.sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. Bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”
VERGİNİN UYGULANIŞI
Halkın çoğunluğunun, Aka Gündüz’ün aktardığı gibi gaddarane duygularla olmasa bile muhtemelen büyük memnuniyetle karşıladığı kanunun metninde ‘gayrimüslim’, ‘Müslüman’ gibi ayrımlar yoktu ama dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5'ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50'sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25'ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5'ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyeceklerdi.
18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.
Aşkale Toplama Kampı'ndan... |
AŞKALE SÜRGÜNLERİ
Bu tür muameleler yüzünden, yüksek vergileri ödemek istemeyen ya da ödeyecek durumda olmayan bazı mükellefler yurtdışına kaçmaya çalışıyorlardı. Kaçamayanlar veya kaçmak istemeyenlerden haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef 27 Ocak 1943 tarihinden itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1,229 mükelleften 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. Hayatını kaybetmeyenler arasında ruh ve beden sağlığını, üzüntüye dayanamayan yakınlarını kaybedenler oldu.
Ali Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 1942-1944 adlı kitabında bugün hepsi de Yunanistan’da yaşayan bazı İstanbul Rumlarının tanıklıklarına yer verilmiş. 1993 yılında ‘Yok Edici Varlık Vergisi’ başlığıyla Atina’da yayımlanan O Politis (Ο Πολ?της) gazetesinde yayımlanan görüşmeleri Dr. Raço Donef, Temmuz 2008’de Türkçeye çevirmiş. Onlardan bir kaçını sizinle paylaşmak istiyorum.
Dr. Yeoryiu Topaloğlu anlatıyor: “İstanbul’da doğdum ve okula gittim. Sonradan peynir tüccarı oldum ve bilinen Ticaret Odası’nda kayıtlıydım. Dükkânım Eminönü’ndeydi; orda babam İosif bana yardımcı oluyordu. 1943’ün Ocak ayında bize toplam 105.000 lira vergi tarhedildi Varlık vergisi altında. Tanıdığımız bir Türk’e baba emaneti evimizi iki bin liraya satmak zorunda kaldık, Türk devleti bizi mecbur etmeden evvel. Fakat bize tarhedilen vergi çok büyük olduğu için ve verebilecek durumda olmadığımız için Şubat 1943 tarihinde polis babamı tutukladı; 72 yaşındaydı o zaman ve Aşkaleye tehcir oldu.
Bir buçuk ay sonra, 32 yaşındayken beni de tutukladılar – hasta ve 40 derece ateşim olmasına ragmen. Beni babamı karşılamaya gönderdiler. Hayvanların taşındığı vagonlara topladılar ve bir çok gün süren seyahatten sonra bizi bir istasyona indirdiler. Bu istasyon Aşkale toplama kampına yürüyerek 8 saat mesafede idi. Orda çadırda -25 derecede ve ısıntısız kaldık. Büyük yaşta olanlar çalısmıyorlardı, biz gençleri ise yoldan karları temizlemeye ve rayların üstündeki buzları parçalamaya mecbur ediyorlardı. Beslenme olarak sefil kalitede karavana vardı ve günde bunun için 70 kuruş borçlanıyorduk. Biz aramızda para toplayıp bir sürgün yoldaşa yemek pişirmek görevi verdik. Ödeyecek durumda olmayanlar için diğerleri paylaşıyordu.
Sonradan bizi Sivrihisar’a sevk ettiler. Babam gırtlak kanseri oldu ve birkaç gün sonra öldü. Ben başka kampta olduğumdan kendisini göremedim. Ama son günlerinde memleketlim Kostas Andoniadis görmüştü; zaten bana bildiren oydu. (…) Babamın vefatından bir ay sonra kamptan kaçtım ve çok serüvenli bir seyahatten sonra elbisesiz ve aç İstanbul’a vardım ve Ayios Nikolas gününde, 6 Aralık 1943 tarihinde, babamın anısına dua okunulan güne yetiştim.
Biraz sonra eziyetler durduruldu ve diğer sürgünler de evlerine dönduler. Hayatım, bu felaketten sonra bir çok yıl normalleşmemişti. Bizim dükkânın işletmesini üstüne alan Türk hamal Halit Özgal bizim döndüğümüzü öğrenir oğrenmez kasayı boşaltıp ortadan kayboldu. Aynı devirde kızkardeşim Elda’nın da sıkıntısından kanseri oldu ve 1945’te öldü…”
Marika Şişmanoglu anlatıyor: “Bakırköy’de doğdum ve hayatımın ilk yıllarını geçirdim. Babam Grigorios tüccar ve beyaz eşyalar ithalatçısı idi. Dükkânı da Eminönü’ndeydi. 1943’un başında 30 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar dayanılmazdı. Düşünün aynı durumda bölgede en iyi dükkâna sahip Türk tüccar, Suraski’ye yalnız 800 lira vergi tarhedildi. İki evimiz vardı, bunlardan 10 odalı olan ev 7 bin liraya satıldı. Babam her iki evi ve dükkânı satmaya mecbur kaldı ama borcunu ödemeye muvaffak olamadı. Böylece tutuklandı ve Aşkale’ye sürüldü. Henüz 1941’de kadın elbiseleri imalat fabrikası açan amcam Yeorgio Şişmanoglu’na büyük vergi tarhedildi ve mâli açıdan mahvoldu. Aşkale’ye sürüldü ve hemen hemen bir yıl sonra kötü bir durumda geri döndü.
Aşkale’de karlardan yolları temizliyorlardı. Bize babamın 1943’ün Haziranında gönderdiği fotoğrafta tanıyamadım. Çok kilo vermişti. Sonradan Sivrihisar'a sevk edildi. Orda bir sabah 57 yaşında kalp krizi geçirip öldü. Ben o zaman 16 yaşında idim ve annemle dayım Hristo Aravanopulu’nun evine taşındık. O da 1943’te Aşkale’ye sürülmüştü. Dayım babamı bir tarlada ağacın altında bir şişeye ismini koyarak gömdüklerini söyledi, aynı tarlada başka kişilerin gömüldüğü için, eğer mezardan çıkarılırsa tanınabilsin diye…”
Anastasiu İ. Antoniadi anlatıyor: “Babam İsaak, un tüccarlığı ile uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar elinde olmadığından ve likizete edebilecek herhangi bir gayrimenkulu olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisara gönderildi. Orda, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü. Yanına bir de şişe gömmüşler ismiyle, eğer mezardan çıkarılırsa tanılabilsin diye. Ben Türk Ordusu’nda Ankara yakınlarında bir kampta askerlik hizmetimi yapıyordum. 10 Eylül’de izin alıp asker arkadaşım Mosho Dimitradi ile babalarımızı görmeye gittik. Maalesef benim babam zaten ölmüştü.”
Konstandinou V Konstandinidi: “Babam Vasilios’un beyaz eşya dükkânı vardı. 1943’te 70 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Sahibi olduğumuz evimiz yoktu. Babam dedemin lahana tarlasını ve bütün eşyaları satmak zorunda kaldı. Üç yıl zeminde uyuduk. Topladığı paralar vergiyi vermeye yeterli değildi. Böylece 1 Mayıs 1943 tarihinde tutuklandı, bir kaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra Erzurum’a tren vasıtası ile sürüldü. Kalp rahatsızlıgı vardı ve askerler kar temizlemeye mecbur etmiyorlardı. Fakat jandarmalar çalışmak zorunda olduğuna ısrar ediyorlardı. Rahatsızlandı, 67 yaşında kalp krizinden öldü. Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde, Kostandino İatru ile birlikte gömüldü.”
Anastasiu K. Iatru anlatıyor: “Babam Konstandinos’un bahriye aksesuar dükkânı vardı. 90 bin lira vergisi tarhedildi. Evimizi, eşyalarla birlikte ve dükkânı sattık ancak [toplanan] paralar vergiyi ödemeye yeterli değildi. Böylece 9 Mart 1943 tarihinde babamı tutukladılar ve bir birkaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra 16 Mart tarihinde Aşkale’ye sürüldü. Ben o zaman Ankara’da askerdim, izin alıp istasyona indim, babamı orda görüp elini öptüm. Bu onu son gorüşüm oldu. Kardeşim Meletios o zaman İsmet İnönü’nün baş doktoru idi. Babamın serbest bırakılması için çok uğraştı ama boş yere. 3 Mayısta 68 yaşında öldü ve Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde gömüldü Sonradan naaşını İstanbul’a getirmeye çalıştık ama bize “önce borcunuzu ödeyin sonra bakarız” dediler.
7 Kasım 1997 tarihli Agos gazetesinde ise Yervant Özuzun’un aktardığı şu hikaye ile bitirelim bu bölümü: “Armenak Baba çevresinde çok sevilen av meraklısı, Türk müziğinden anlayan, temiz, dürüst, neşeli, hoşsohbet birisiydi. Kadıköylü avcılar kendisine ‘üstad’ derlerdi. Varlık Vergisi’nin İstanbul’da en yetkilisi Faik Ökte yıllardır av arkadaşıydı. Çok yakındılar. Bir sabah çekinerek, ezilerek defterdarlıkta onun odasına gitti. Ökte oturması için yer gösterdi. Kahve ikram etmek istedi. Armenak baba bitkindi, güçlükle kendini toparladı. Büyük nezaketle ve kelimeleri boğazında düğümlenerek ‘Dışarıda bunca insan sizi görmek için sıra bekliyor, ben de saatlerce bekledim, oturmaya hakkım yok’ dedi ve ‘senden bir ricaya geldim’ diyerek geliş nedenini şöyle anlattı. ‘Beni tanırsın, bilirsin, küçük bir çivi dükkanım var, mıhlayıcı (kuyumcu) diye vergi saldılar. Bende bunun onda biri bile yok. Dükkanımı satsanız bile borcumu ödeyemeceğim için beni yine de Aşkale’ye göndereceksiniz. Kural böyle. Senden şunu rica ediyorum, karım ihtiyar, üstelik yatalak. Kimimiz kimsemiz yok. Bir tek ahşap evimiz var. O da vergimize yetmez. Onu da satıp karımı sokağa attırmamaya çalış. Bana söz verirsen gözüm arkada kalmadan Aşkale’nin yolunu tutacağım.’ Ökte Armenak babanın evini biliyordu. Ak saçlı hasta karısını da. İçinde bir şeylerin kırıldığını hisseti. Varlık Vergisi bu olmamalıydı. Tunç kalıplar yüzünden zulüm yapılıyordu. Armenak’a söz verdi, evini sattırmayacaktı. Armenak baba artık rahattı. Gözü arkada kalmadan Aşkale’ye gidebilirdi. Odadan çıkarken gözlerinde süzülüp kocaman burnundan damlayan iki damla yaşı siliyordu.”
İtalyan faşistlerinin lideri Mussolini ve Alman Nazilerin lideri Hitler, Haziran 1940 |
VERGİNİN KALDIRILIŞI
Aşkale sürgünleri ancak, Avrupa’da savaş cephesindeki gelişmeler ve İsmet İnönü’nün ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine dönebildiler. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde bir muhalif oya karşılık 310 kabul oyuyla 15 Mart 1944 tarihinde kaldırıldı.
Verginin İstanbul’da uygulanmasından sorumlu olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre, Varlık Vergisi kapsamında toplanan 315.000.000 TL verginin 280.000.000 TL gayrimüslimler ödemişti. Bu rakamlar, 1942-1944 yılları arasında, gayrimüslim Türk vatandaşlarının mal varlıklarının önemli bir bölümünü kaybettiğine işaret ediyordu. Ama daha önemlisi gayrimüslimlerin, Cumhuriyet’in kuruluşunda vaat edildiğinin aksine, bu ülkenin eşit vatandaşı olmadıklarının farkına varmalarıydı. Faik Ökte bu duyguyu şöyle özetlemişti: “Varlık Vergisi’nde şöven milliyetçiliğin, ırkçılığın damgası vardır. (...) Verginin bu karakteri Lozan’dan sonra yavaş yavaş kazanmaya başladığımız ekalliyetleri (azınlıkları) bizden soğutmuştur. (...) Esefle kaydetmek lazımdır ki, Varlık Vergisi bu yakınlaşma, bu kaynaşma konserinde falsolu bir nota olmuştur.”
Faik Ökte, bu kanun için “falsolu bir nota” demiş ama, 6-7 Eylül 1955 yağmasının 59. yıldönümü vesilesiyle hazırladığım ‘azınlık raporu’nu (Okumak için tıklayın) okumuşsanız, Cumhuriyet tarihinin, Müslüman veya Müslüman olmayan azınlıklar için acı bir ağıt olduğunu görürsünüz. İkinci Dünya Savaşı’nın 70. yıldönümü vesilesiyle bu tarihçe üzerine (en azından) ‘düşünmek’, boynumuzun borcudur.
Özet Kaynakça: Rıfat N. Bali, The "Varlık Vergisi" affair:a study of its legacy, selected documents, Isis Press, 2005; Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İletişim Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları-Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları, 2000; Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951; Ali Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve Kültürel Jenosid, Belge Yayınları, 2000.
* * *
VARLIK VERGİSİ UYGULAMASINA MUHATAP OLANLARIN TANIKLIKLARI
Benyamin Çikurel (1926) anlatıyor...
942 senesinin sömestr tatilinde gelirken -evet sömestr tatilin-de, demek Aralık sonu geliyorum- Kadeş vapuruyla şen şakrak, büyük neşe içinde. Beni karşılamaya gelen babam ve ablamda bir sıkıntı hissettim. Eve gittiğimiz zaman…
O Göztepe’deki muhteşem evimize, gerçekten muhteşem. O zaman bütün köşkler böyle muhteşemdi, yalnız bizim değil, herkes, bütün Göztepe aristokrasisinin yaşadığı bir bölgeydi. Eve varır varmaz, kısa bir süre sonra babam hemen işine döndü ve ablam bana dedi ki, ablam Amerikan Kız Koleji mezunuydu, “CHP grubunda bir yasadan bahsediliyor, bir Varlık Vergisi yasası, pek yakında çıkacak ve galiba biz Yahudiler bundan çok çok etkileneceğiz. Artık sen 16 yaşında olduğuna göre biraz senin de bilgin olması lazım, her an bu listelerin asılacağı beklenir.”
Yılbaşı geçtikten birkaç gün sonra listeler asıldı ve hakikaten hepimize şok oldu. Çünkü o listelerde genellikle bütün müslim olanlara 500 liradan yukarı bir şey tahrir edilmediği halde, Yahudilere çok büyük rakamlar veriliyordu. Size o zamanın, döneminin paranın değeri üzerinde bir fikir verebilmem için, o köşk dediğimiz deniz kenarında filan, o ev satıldı. Bizim değildi, kiradaydık fakat o zaman rahat yani, parayı veren düdüğü çalar gayet rahat evler falan bulunuyordu. 3800 liraya satılmıştı. Bu size bir fikir verecek. Bize 25 bin lira vergi istendi. O zaman yaşıma göre pek ekonomik sorunlarla ilgilenmezdim fakat büyük bir sıkıntı yaşadığımız’ artık hissettik. Evin bahçesine çıktığım zaman, artık o bahçe ayni bahçe, iskele ayni iskele, balıklar ayni balıklar ama ben ayni ben değildim. Çünkü bir sok olmuştum gençliğimde.
Listeler, Maliye Şubesi’nin kapısına [asıldı]. Belki birçok yerlere asıldı fakat ben oradan baktim yani babamla beraber oradan baktık listelere. Hatta babam böyle baktı, sonra söyledi. Gittik tek tek oraya baktık. Sıra mesela Ahmet 500, Mehmet 300, Mustafa 500, Ahmet Öztürk, Yako 20 bin, 500, 300, Salamon 30 bin, Çikurel 25 bin… Bu şekilde çarpıcı şeyler, listeler durumdaydı. Neyse gerçek, fakat bir şey daha belirtmek isterim ki ben devlet okullarında okudum. O zamana kadar hiçbir antisemitizm hissetmedim. Ne ilkokulda, ne ortaokulda, ne de bütün o olaylara rağmen Atatürk Lisesi’nde, ne de bizim Göztepe’de oturduğumuz aristokrasi dediğimiz muhitte. Listeler asıldı ve o itiraz edilmesi mümkün olmayan bir karardı bu ki demokraside itirazı kabul olmayan bir şey hakikaten onun da demokrasiden bahsedecek imkanı yoktu, o dönemlerde. Bir hafta zarfında ödenir ödenmez, ödenmezse bütün eşyalar yani haczen tahsil cihetine gidilecek. Karşıladı karşıladı, karşılamadı toplama kampına gidecekler diye.
Hayır, hayır. Bilmiyoruz yani ne kimden nasıl aldı, ne borç aldı. Vergiyi ödedik fakat kimden ne kadar, biz bilmiyoruz. Dayımla babam bunu ayarladılar. Biz gitmedik ama. Babam gitmedi çünkü borcunu ödedi, haciz filan olayları olmadı. Yalnız trajikomik olaylar oldu bu aralarda, mesela tam karşımızda oturan Franko adında birinin evine haciz gelmiş, eşyalarını alıyorlar, tam bizim karşı komşumuzdu. Adam bağırıyor “Mari gel buraya, gel buraya, gel buraya. Yaz, al bir kalem kâğıt ne alıyorlar yaz dört tane dört tane sandalye, iki tane masa, bir tane yatak filan”, hepsini yazdırıyor. “Göreceksin hepsini geri alacağım, hepsini geri alacağım, aynen geri alacağım.” Sapıtmış adam şeyden. Aldılar, aldılar tabii onların şeyi. Gece yerde yemek yiyorlardı. Bu gibi olaylar da oldu.
Başka… Kepenkleri yağlayan bir adam vardı, Nusret mi idi neydi adı? Bütün Çarşılar oranın kepenkliydi dükkanlar, onu yağlayan bir adam vardı. Buna 20 bin lira mı ne attı. Adam çıldırdı, gitti Reşat Leblebicioğlu diye büyük bir üzüm tüccarı vardı onun kepengini de yağladı. Aynı zamanda galiba bu Reşat Leblebicioğlu Bey belediye başkanıydı hatırladığım kadarıyla. Oturdu kapısına, yere, Reşat Bey sabah geldiği zaman ‘kalk’ dediği zaman, ‘ne kalkacağım sen 500 liralık adamsın, ben 20 milyarlık adamım’ gibi trajikomik olaylar da oldu. Bunu ben görmedim ama anlatıldı, o zaman anlatılandı. İstanbulluları Aşkale’ye gönderdiler, İzmir’dekilerini Afyon’un Sivrihisar ilçesinde bir kampa götürdüler. Topladılar bunları Kemer Karakolu’nda.
Ne gazete, ne bir şey vermek yok, o zaman bir günlük gazeteye ekmek sarardık ekmek veriyor gibi. Tabii buna polisler de göz yumuyordu. Veriyorduk şeyi, hiç olmazsa okusunlar, neler oluyor filan şu bu. Zaten orada 2-3 gün kalırlardı, Kemer istasyonunda üçüncü mevkide vagonlara bindirirlerdi ve biz gençler, 16-17 yaşında gençler, giderdik her sabah oraya, ne zaman, belli değildi ne zaman götüreceklerini, beklerdik. Sonra ne zaman bir hareket karakolda, demek ki götürülecekler, yardım ederdik onların şeylerini taşımaya. Ağlayanlar, o zamanlar insanlar 60 yaşında, 65 yaşında bayağı ihtiyardı, adım atacak halleri yoktu. Valizlerini biz taşırdık, şeye koyardık.
Hiç unutmam Jül Menaşe adında bir bey vardı, rahmetli tabii hepsi öldüler şimdi onların. Çok kibirli, gururlu bir adamdı. Her zaman papyon giyen bir adamdı. Vagonun penceresinden bakıyordu, ağlıyordu. Bir de Şerif İnci Bey vardı tüccar. Ya her gün her sevkiyata gidi ordum fakat benim gittiğim, amcama yardım etmeye gittiğim sevkiyata, geldi oraya, bağıra bağıra: “Ağlaya ağlaya gidiyorsunuz, güle güle geleceksiniz. Bu rezalet muhakkak bitecek” diye bağırıyordu. Hatırı sayılır bir beydi bu Remzi Bey, çok varlıklı bir beydi. O da isyan etmişti bu duruma. Yani bu isyan edenler de oldu, başka şekilde de haciz gelecek olan evlerin eşyalarını kaçırıp, kendilerine deniz tarafından filan kaçırıp, kendilerinde muhafaza edip sonra geri verenler de oldu. Yani insanlık eninde sonunda tamamen ölmüyor kişilerde. Böyle de oldu, böylesi de oldu.
[Orada] bir yıl kaldı. Biz, bakın bu çok önemli bir şeydir. Alman orduları Stalingrad önünde soğuğa karşı dayanamayıp Ruslar tarafından geri püskürtülmeye başlandığı zaman, burada her şey affedildi, borçlar affedildi, her şey yerine, taşlar yerine oturdu. O bütün Yahudiler, Alman ordusunun Stalingrad’ı geçememesine borçluydu, 1945’te.
Peki, Varlık Vergisi’nin borcunu ödemek esnasında sizin eşyalarınız da satılmış mıydı?
- Hayır. Hayır çünkü ödendi bizim borcumuz. Yalnız, yanılmıyorsam, yalan mı söylüyor, fakat gerçek payı var, fakat nasıl gelişti nasıl yaptılar büyükler, evdeki biraz gümüş filan şeyi vardı, birikimi vardı daha kalmış, yok oldu. Yok oldu yani bir komşuya, ya Türklerden bir komşuya filan verildi. Sonra tabii tekrar af çıktığı zaman tekrar geri geldi. Fakat büyüklerimiz bunu nasıl ayarladılar, ne sordum ne biliyorum. Onun için başta dedim ki bazı şeyler oldu ki Türk komşular, yardımcı oldukları haller, hem o bölgede oldu hem Karataş tarafında epey olduğunu işittik. Tabii Karataşlar Yahudi’dir, şeyi, birikimi çok daha fazlaydı. Yahut da unuttum yani, aradan epey zaman geçti. Gerçi, esas olayları bugün gibi yaşıyorum, belki farkındasınızdır bazen takılıyorum çünkü yaşıyorum o anları. Babamın hastalığı, bilhassa Varlık Vergisi’nin sonucudur. Yoksa öyle kolay kolay yıkılacak bir şey değildi. Ama bu Varlık Vergisi ve sonrası ve abisinin kampa gönderilmiş olması onu çok etkilemişti.
Onu yaşadık, onu çok etkilemişti ve esas Varlık Vergisi’nin acılarını çekenlerden, tabii Almanya’da olan şeylerle mukayese edilemez, ne fırınlarda yakıldık, ne şeyimizden sabun yapıldı, fakat yaşandığı kadarıyla en çok etkilenmiş olan ailelerden biriyiz. Onun için başladım. Benim muhteşem bir çocukluğum oldu. Muhteşem ve berbat bir gençliğim oldu. Birden beyazdan siyaha döndü. E sonrası tabii yaşlılığım, huzurlu bir yaşlılıktır, yani üçe bölersen yaşamımı ve o berbat şeyimin değişimin esas sebep unsuru Varlık Vergisi’nin getirdiğidir. Çok tahsile meraklı, bir ideal edinmiş olan bir genç adamın, okul taksiti ödenemediğinden okulu terk etme mecburiyeti. Burada devam etmek istese edemezsin çünkü kaydın silindi. Yani olaylar öyle gelişti ki hakikaten ben kendi kendimi biliyorum. Ben ot gibi yaşamamışım, yani bayağı dolu dolu; kahırlarıyla, sevinçleriyle, üzüntüleriyle dolu dolu yaşamışım yani. Şey, 60, tam 60 yıl. 2009’dan, pardon 1949’dan 2009’a kadar full çalışma, altmış sene. Yani dolu dolu yaşamışım. Çok şükür Allah’a ya! (…) Fakat Varlık Vergisi konusundan, söylüyorum yani, çok acı çeken ailelerden birisiyiz. Babam da onun şeyidir, martiridir.
Peki, o dönemde sizin gibi büyük paralar ödemek zorunda kalıp da sonradan kendini hiç toparlayamamış tanıdığınız oldu mu?
- Hayır, bilmiyorum. Bilmiyorum. Yani, benim tanıdığım, me-ela, isim vermeyeceğim onu da, biri vardı ki Yahudilerden, bir memurdu bir şeyde, vatanları Fransız’dı. Fransa’ya gittiler savaş dolayısıyla, orada kendi ülkelerine gittiler. Burada kalan şeyleri, müstahdemleri trilyoner oldu. Nasıl oldu Allah bilir. Nasıl yaptılar, nasıl becerdiler, tam bilmiyorum. Böyle Yahudiler de var içlerinde. Biliyoruz onları. Başka, bizim durumda, yani böyle çok varlıktan yahut da çok varlıklı bir hayat yaşamaktan evdeki günlük yemeğinin hesabını yapacak dereceye düşmüş olan başkası, bilmiyorum. Ama bizim bir de bu durumları yaşadığımız’ başkaları bilmez. Çünkü hissetmedik. Elbiselerimiz bizim hâlâ zamanından iyi kalmıştı. Kese kağıdı yaptırdığımız zaman, evden bakkala gittiğim zaman ben yeni bayramlık elbiselerimi giydim. Ve bakkala “Ya fakir bir adam var, bu kese kağıdı yapıyor, Allah aşkına al bu adamı da başımdan at” havasında o kese kâğıtlarinı yapıyordum. Belki başkaları da aynı durumdaydı ama bilemiyordum onu. Nitekim bizim o durumumuzu bilen çok az, herhalde çok az bir şey vardı, çevre vardı. Hep birbiri üzerine geldi. Varlık Vergisi, babamın hastalığı, askerlik, babamın ölümü, tekrar hayat mücadelesine başlama. Fakat şayet, tekrar tekrar söylüyorum çünkü o çok önemli, Alman orduları Stalingrad’ı aşmış olsaydı biz de yolcuyduk herhalde.
(…)
Şayialara göre Bahri Baba’nın orada, Kız Lisesi’nin karşısında insanları yakmak için bir yer yapılmışmış. Şayialardı, sonra orası basketbol salonu yapıldı. [Avlaremoz.com]
Kaynak: Rıfat N. Bali, "Varlık Vergisi Hatıralar Tanıklıklar" (*)
İLGİLİ MAKALE: Kanayan yara: Struma Faciası (24 Şubat 1942)
Yalçın Ergündoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder