10 Eylül 2023 Pazar

izmir'in İstirdatı (*) ve Metropolit Hrisostomos'un Linci... / Ayşe Hür


İzmir'in İstirdatı (*) ve Metropolit Hrisostomos'un Linci...


Ayşe Hür


Karahisar düşdükten sonra Akhisarlı Ermeniler ve Rumlar Kırkağaçlı Hıristiyanlar’ın yaptığı gibi kendilerini İzmir’e veya başka liman şehirlerine atsalardı. Her gün, rıhtıma gelen mülteciler arasında Akhisar’da arkada bıraktığımız sevdiklerimizi boşuna arıyoruz! Annem, biraderim ve ailesi, kayınvalidem, kayınbiraderim ve ailesi ile karımın teyzesi, toplam on kişi… Günler geçtikçe, yeni gelen insanlardan Akhisar hakkında korkunç haberler alıyoruz! Akhisar’ın Kemalist askerlerce işgalinden sonra, karımın biraderi Hagop’un diğer Ermeni ve Rum şüphelilerle asıldığını; genel bir katliam yapıldığını; erkeklerin tümünün makineli tüfekle öldürülecekleri Manisa yakınlarında ki, Gediz Irmağı kıyısına götürüldüğünü, kadın ve çocukların kent içinde kıyıma uğradığını; genç kadın ve kızların tecavüze uğradığını ve yüksek rütbeli Türkler’in evlerinde ala konduklarını; askerlik yaşı gelen gençler Manisa’ya gönderilirken, yaşlıların iç vilayetlere sürgüne gönderildiğini ileri süren korkunç haberlerdi bunlar. Bu korkunç söylentiler ve haberler şu ya da bu ölçüde doğru, ya da abartılmış olabilirdi. Ama bir şey açık ve kesindi : Akhisar Hıristiyanları Türkler’le karşılıklı koruma anlaşması imzalayarak korkunç bir hata yapmışlardı. Onları korumayacaklarına dair, Türkler Kuran üzerine yemin ettiler ve Kemalist askerlerin kente ulaşmasını beklediler. Mahalleli Türkler, kendileri için tehlike sona erdiğinde, askerlerinde yardımıyla, yeminlerine inanacak kadar saf olan Hıristiyan nüfusa karşı her türlü acımasız fiili işlediler.


30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'ne kadar Osmanlı ordusunda askeri doktor olan İzmirli Garabet Haçaryan (Aktaran Dora Sakayan, Bir Ermeni Doktorun Yaşadıkları, Garabet Haçeryan'ın İzmir Güncesi, Belge Yayınları, s. 95-96) böyle anlatmıştı İzmir'in istirdatının arifesinde yaşananları.
Halide Edib (Adıvar) ise Mustafa Kemal’in Uşak’tan İzmir’e yolculuğunu anlattığı Türk’ün Ateşle İmtihanı (Cumhuriyet Gazetesi hediyesi, internet yayını, 1998, sayfa numarasız) adlı kitabında durumu şöyle anlatır:
O gün, Alaşehir’in sarp yollarından inerken, güneş doğmuştu. Şehir adeta bir kül yığını gibi yanık sahalarla doluydu. İnsanların ve öküzlerin güçlükle çektikleri top arabalarının arasından atla geçmek zor oldu. Ne Yunanlılar ne de biz, ölülerimizi gömmeye vakit bulamamıştık. Türk ordusu, Türk şehirlerini ateşten kurtarmak için var hızıyla ilerliyor, Yunan ordusu ise, yaptığı bu tarihi yangınlardan süratle kaçıyordu. Türk ordusu şehirden şehire geçtikçe, hep bu yanık harabelerle karşılaşıyordu. Halk darmadağınık. Kadınlar aklını kaybetmiş gibi yerdeki taşları tırnaklarıyla ayırıyorlar. Halkın içinde korkunç bir kin hissediliyor. Cehennem dünyaya gelmiş gibi. İki millet, birisi yakıp yıkmış, ötekisi kurtarmak için hareket halinde. Hiç birisi öbür tarafa zerre kadar merhamet göstermiyor. Sırtın eteğinde hayvanların sulandığı bir çeşmenin başında durdum. Gözlerimi ve kirpiklerimi örten tozdan etrafımı göremiyorum. Gırtlağım tıkanmış gibi..."
Ardından Halide Edip ve birlikler, 18 kurşun yarasına rağmen hayatta kalmayı başaran mucizevi asker Kemaleddin Sami Paşa’yla Salihli’ye doğru yola koyulurlar. Yolda İzmir Körfezi’ne demirlemiş olan Edgar Quinet zırhlısından bir mesaj alan Mustafa Kemal’e, İzmir’i Türk ordusuna teslim etmek istediklerini söyleyen konsoloslar, görüşmelere hangi kumandanın gönderileceğini sormaktadırlar. “Kimin şehrini kime veriyorlar!” diye bağırır Mustafa Kemal.



YÜZBAŞI ŞERAFETTİN BEY

Mustafa Kemal, yorgun ordunun konakladığı Nif’in (şimdi Kemalpaşa) biraz ilerisindeki Belkahve’den İzmir’e bakarken de yabancı harp gemileriyle dolu körfeze ve Anadolu şehirlerinin aksine tek bir dumanın bile tütmediği şehre uzun uzun baktıktan sonra yanındakilere, “Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm” demişti. Yunan ordusunun acele ile terk ettiği İzmir’in içi karmakarışıktı. İzmir’e ilk giren saat 8.30 civarında 5. Kolordu kıtaatından 4. Süvari Komutan Muavini Yüzbaşı Şerafeddin Bey idi.
İstanbul’da yayımlanan Djagatamart adlı Ermenice gazetenin 19 Eylül 1922 tarihli nüshasında, 16 Eylül’de İzmir’den ayrılan bir Ermeni genç böyle anlatmıştı o günü:
9 Eylül [1922] cumartesi öğleden sonra Türk süvarileri İzmir’in Kordon boyunda dörtnala, kılıçları çekilmiş vaziyette şehre girdiler. Onlar şehre girerken, önlerinden çevredeki Rum vatandaşlar korkuyla kaçmaya çalışıyorlardı. Yunan askerleri de elbiselerini çıkarıp silahlarını atıp kaçışıyorlardı. Gece Türk askerleri ve silahlı çapulcular karşılarına kim çıkarsa, Rum veya Ermeni yakalayıp belirsiz bir yere götürmeye başladılar. Halk sabaha kadar süren silah sesleri arasında geceyi geçirdi. Pazar sabahı silahlı çapulcular ve askerler çarşıya daldılar ve arabalara, atlara, sırtlarına ne varsa koyup Türk mahallesine taşıdılar. Akşama doğru aynı durum Haynots’da (Ermeni mahallesinde) tatbik edildi. Araştırma ve soruşturma yapmak gerekçesiyle evlere giriliyor, evlerde ne varsa soyulup talan ediliyordu. Karşı koyanlar da öldürülüyordu.
Bu kargaşa içinde 10 Eylül günü İzmir’e gelen Mustafa Kemal’e önce Karşıyaka’da bir köşk hazırlandı; sonra Bornova’daki bir köşke yerleştirildi. O gün Mustafa Kemal’e tekmili Vali Vekili “Sakallı” Nureddin Paşa verdi. Önlerindeki masada değerli taşlarla süslenmiş bir kılıç duruyordu. Bu kılıç, İzmir’e girecek ilk süvari komutanına verilmek üzere Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderilen üç kılıçtan biriydi. Kılıç törenle Yüzbaşı Şerafeddin Bey’e verildi. (Ayrıca Beyrut eşrafından Yahudi bir esnaf olan Misbah Efendi de, İzmir'e ilk girecek kahraman verilmek üzere 500 altın lira ödül koymuştu. Bu ödül de Şerafeddin ve yardımcısı Zeki yüzbaşılar arasında paylaştırılmıştı.)
Ordu mensupları ve İzmir’in ileri gelenleri onu karşılarında görünce biraz şaşırmışlardı. Çünkü henüz gelmesini beklemiyorlardı. Şaşkınlık geçince büyük bir coşku yaşandı. Hoş geldin demeye gelenler, çiçekler, çelenklerle süslü bir sofrada yenilen yemek, alkışlar, “Yaşasın!” sesleri… Ancak birden silahlar patladı ve Mustafa Kemal arkada bir odaya kapandı. Kapıyı kapatmadan önce de Ruşen Eşref’e sert bir şekilde ne olduğuna bakmasını emretmişti. Bir süre sonra anlaşıldı ki, Türk ordularının önünden kaçan Yunanlıların bir bölüğü şehrin girişinde “Çolak” İbrahim Bey’in emrindeki Türk birliği ile karşılaşmış ve silahlar çekilmişti.



HRISOSTOMOS LİNÇ ETTİRİLİYOR

Nureddin Paşa’nın daveti üzerine, işgal yıllarında doğal olarak Yunanlılarla işbirliği yapan İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos, yanında Belediye Meclisi Üyesi Klimadoğlu, Çürükçüoğlu Nikolaki, Sarraf Yanko ve Timoleon Efendi ile birlikte vilayet konağına gelmişti. Aslında Metropolit, İzmir’in geri alınmasından önce pekâlâ kaçabilirdi ancak kaçmamıştı. Anlaşılan fazla iyimserdi.
Bundan sonrasını Fahrettin (Altay) Paşa, Görüp Geçirdiklerim, On Yıl Savaş ve Sonrası, 1912-1922 (İnsel Yayınları, 1970, s. 360-361) adlı hatıratında şöyle anlatmıştı:
"İzmir’in ileri gelenleri hükümet konağına gelerek gazi ye saygılarını sunuyorlar, çeşitli milletlerin ruhanî başkanları da geliyorlardı, bunların arasında RUM METROPOLİTİ HIRlSTOSTOMOS’un bir rum meclis azası ile beraber arzı tazimat için geldiğini haber vermişlerdi.
Büyük üniforması ve bastonu ile merdivenlerden çıkmakta olan Hıristostomos’u gören Kolordu Adli Müşaviri MÜNİR (KOÇAÇITAK) polislere;
“— Sakın bu papazı üzerini aramadan içeri sokmayınız. Bu meşhur bir komitecidir son bir fedakârlık yapayım diye üzerinde bomba getirmiş olabilir.” diye ikaz etti, Polisler papazı yan odaya aldılar, burada Nurettin Paşa’nın yaveri ile süvari takım komutanlarından Afyonlu NAZIM üstünü aradılar bir şey bulamadılar. Gazi Mustafa Kemal’e Hıristostomos’un geldiğini haber verdiğim vakit bir an durdu ve gülerek Nurettin Paşa'ya;
— Senin dostundur(!) git görüş ben görmek istemem” şeklindeki sözlerle dışarı gönderdi. Hıristostomos’un alındığı yan oda da ben de bulundum. Nurettin Paşa biraz sert bir görünüşle Papaza : “— Gördün mü Allahın adaleti nasıl tecelli etti. Yaptıklarından şimdi utanıyorsun değil mi?” “— Bana iftira ediyor. Katiyyen benim bir şeyden haberim yok. Ben suçsuzum.” “— Artık sizi RUM METROPOLİTİ olarak tanımayız. Gazi hazretleri de sizi kabul edemezler. Gidersiniz yerinize bir vekil tayin eder çekilirsiniz…"
Nurettin Paşa’nın bu cevabından sonra Papaz ve yanındakiler merdivenlerden inmeye başladılar. Hükümet Konağı’nın önünde toplanmış halkın arasında bulunan bir yüzbaşı Papazın uzun sakalına yapışarak İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği gün kışladaki faciayı gördüğünü ve buradaki katliamı yapanların kendisi tarafından takdis edildiğini hatırlatarak, «— Bir din adamı bunu nasıl yapar. Din adamına bu yakışır mı?» diye haykırdı, sert sözler sarfetti.
Papazı ZİTO MUSTAFA KEMAL diye bağırttıktan sonra da dedi ki «— Nerede kaldı senin milli kahramanlığın, SÜLEYMAN FETHİ (**) süngüler arasında olduğu halde ZlTO VENÎZELOS diye bağırmamış ve kanını döktürmüştü.”
Papaz gene güzel sözlerle kendisini savunmak istiyor halkın heyecanı da bu arada artıyor, aleyhte sözler söyleniyordu. Metropolit güzel sözlerle halkın heyecanını yatış­tırmaya uğraşıyor. Halbuki kendisini tehlike içinde görüp, Hükümet Konağı’na çekilerek muhafız isteyebilir, yahut halk dağılıncaya kadar bekleyebilirdi. Ama ALLAH ŞAŞIRTMIŞ olacak ki bunların aksine olarak kalabalık içinde ilerlemeye koyuldu. O ilerledikçe halk O’nu takib ediyordu. Yavaş yavaş sıkışan ve çıkış yolu bulamayan Hıristostomos nihayet halkın arasında sürüklenmeye başladı biraz sonra da ezildi ve cansız yere serilip kaldı. Papazın ölüm haberi Gazi Mustafa Kemal e geldiği vakit yanındaydım. Üzüntü içinde “— Bu olmamalıydı” dedi. Papaz Hükümet Konağı’na geldiği vakit elindeki bastonunu yanıdaki askere bırakmıştı. Ayrılırken bu baston kendisine verilmedi. Siyah renkte olan ve BAŞINDA BİZANS ALAMETİ KARTAL OYMALI FİLDİŞİ BİR TOPUZ bulunan bu bastonun şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Müzeye konulması gerekirdi.”
Olayın en yakın tanığı Cellât Ali (***) ise; 2 Ağustos 1975 tarihli Yeni Asır gazetesinde yayımlanan hatıratında linç olayı şöyle anlatılıyordu:
"Papaz, muhafızların himayesinde bulunduğu hücreden çıkarıldı ve idam hükmünün yerine getirileceği Namazgâh yönüne yürümeye başladı. Biz giderken peşimizdeki kalabalık da her dakika artıyor ve tehlikeli bir durum meydana geliyordu. (…) Jandarmalar ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Galeyana gelenleri yatıştırmaya çalışıyorlardı. Fakat nasıl olduysa oldu ve papaz kaşla göz arasında kayboluverdi. “Ey ahali ne oluyor? Bu yaptığınız doğru değil. Zaten ona kanun (?) cezasını vermiş!” demeye kalmadan Hrisostomos parça parça edildi ve cesedi de bir kenara atıldı. Kafasına vurulan ilk sopayla kanlar içinde kalmıştı.…"
Hrisostomos’un (ve yanında Çürükoğlu Nikolaki'nin) katledilmesinin ve (13 Eylül 1922 günü başlayan İzmir Yangını’nın) sorumlusunu yıllar sonra Falih Rıfkı Atay Çankaya (Doğan Kardeş Matbaası, 1969, s. 324) kitabında ifşa edecekti: “Gavur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu…. Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de, biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır (iğrendirmiştir). Bunlardan biri İzmir metropoliti Meletyos [Hrisostomos], öteki de Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal’dir.”


Falih Rıfkı'ya göre lincin olduğu gün (linçten önce mi sonra mı anlayamadım) Mustafa Kemal sivil kıyafetle Kramer Palas'a gitmişti. Müşterilerden biri kendisini tanıyıp "Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! diye bağırınca kalabalık birbirine girmişti. Mustafa Kemal bir masaya oturmuş ve kendisine hizmet eden kişiye (Falih Rıfkı, "garson, Otel müdürü kim önce koşup gelmişse..." demekle yetinirken ondan nakille bu anekdotu aktaranlar "Rum garson" derler) "Kral Konstantin hiç bu otele gelip de bir kadeh rakı içti mi?" diye sormuştu. Görevli "Hayır Paşa efendimiz" dediğinde "Öyle ise neden İzmir'i almak istemiş?" demişti.
Kral Konstantin ve Yunanlılar için İzmir'in ne anlama geldiğini muhtemelen söylemeye kalkmamıştı görevli...

_______________________________________________________
(*) İstirdat: Geri alma, kurtarma.
(**) İzmir Askerlik Dairesi Başkanı olan Kurmay Albay Süleyman Fethi, İzmir'in Yunan birlikleri tarafından işgal edildiği 15 Mayıs 1919 gecesi, "Zito Venizelos!" diye bağırmayınca Yunan askerlerince süngülenerek öldürülmüştü.
(***) "Cumhuriyet tarihinin en çok adam asan celladı" unvanlı bu şahsı ayrıca anlatacağım sizlere.




Ayşe Hür



* * *


Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan


_________________________________



Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'ndan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)'na... / Ayşe Hür

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'ndan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)'na... 


Ayşe Hür


CHP’nin nüvesini, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM’ye katılan milletvekilleri arasından bizzat Mustafa Kemal’in kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk (A-RMH) Grubu oluşturmuştu. Bu grubun ezici çoğunluğunu eski düzenden devralınan asker ve sivil bürokratlar oluşturuyordu. Grupta işçi, emekçi ve köylü kitlelerinin temsilcileri yoktu.
Mustafa Kemal, sert eleştirilere rağmen grubun başkanlığını üstlenmiş, grubun 10 Mayıs 1921’de yapılan ilk oturumun sekreterliğini ise ileride Mustafa Kemal’in amansız düşmanı olacak ve bunun bedelini 1926'da hayatıyla ödeyecek olan Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit yapmıştı. Bu grup, daha sonra “Birinci Grup” adıyla anıldı. Bazı kaynaklara göre 133, bazılarına göre 202 üyesi olan Birinci Grup, bünyesindeki ordu komutanlarının da etkisiyle kâğıt üzerinde 437 üyesi olan, fakat en fazla 365 kişinin katıldığı TBMM’yi başından itibaren kontrol etti.
Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’in grubuna alınmayanlar, Erzurum milletvekilleri Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve eski Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi Celalettin Arif Bey’le, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in etrafında “İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu” adıyla toplanmaya başladılar. Bazı kaynaklara göre 63, bazı kaynaklara göre 90 kişiden oluşan bu gruba da sonradan “İkinci Grup” dendi.
TBMM orduları İzmir’e doğru ilerlerken, Ankara Hükümeti’nin resmî ajansı olan Anadolu Ajansı’nın 7 Eylül 1922 tarihli tebliğinin başlığı şöyleydi:
Ankara’da münteşir (yayımlanan) Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün ve Öğüt gazeteleri mümessilleri, müştereken Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerini ziyaret ederek, sulhtan sonra hangi esaslar dairesinde çalışacaklarını sormuşlardır. Mumaileyh (sözü edilen şahıs) bu münasebetle aşağıdaki beyanatta bulunmuştur."
"Cenab-ı Allaha şükürler olsun ki Millet üç buçuk sene, kahramanca mücadele ettikten sonra kendisini ebediyen esaret zinciriyle bağlamak isteyenleri mağlup etmiş ve istiklaline sahip olmuştur" diye başlayan ve Halk Fırkası’nın kuruluşu ile ilgili ilk resmî belge olan bu uzun beyanatta Mustafa Kemal, özetle kurtuluş ve bağımsızlık için yürütülen mücadeleyi tamama erdirmek için azami çaba göstermeye devam etmek zorunda olduklarını, ancak bu çabanın bir programa dayanmaması halinde başarısız olacağını söyledikten sonra barışı takiben Halk Fırkası adıyla siyasi bir parti kurmak niyetinde olduğunu belirtiyor, başka ülkelerde kurulmuş bu gibi partilerin programlarını gözden geçirdiğini ancak bunları “tamamiyle memleket ve milletimizin hakiki ihtiyaçlarını tatmine kafi” bulmadığını söylüyordu. Mustafa Kemal’in kafasındaki parti (sadeleştirilmiş dille) şu işleri yapacaktı:
"Köylülerimizi ve halkımızı ezen ve fakir düşüren adaletsiz vergilerin ne suretle ıslahı lazım geleceğine; ziraat ve sanayimizi geliştirecek maddi, iktisadi tedbirlere ve orman ve maden gibi doğal zenginliklerimizde halkın çıkarları adına daha kolaylıkla istifadeyi temin için kanunlarda ne gibi düzenlemeler lazım geleceğin, arazi ve emlake sahip olma konusunda herkes için daha güvenli kanunların yapılması lazım gelip gelmeyeceğine, vakıf sisteminin ne suretle iyileştirilmeye layık bulunduğuna ve memlekette hangi bakış açısından ne gibi ameliyat ve bayındırlık faaliyetleri yapılabileceğine ve askerlik müddetinin tadiline…"
Mustafa Kemal “Halk Fırkası” kuracağını 6 Aralık 1922’de Ankara’da Hakimiyet-i Milliye, Öğüt ve Yenigün gazetelerinin muhabirlerine (sadeleştirilmiş dille) şöyle açıkladı:
"Milletin her sınıf halkından, hatta İslam dünyasının en uzak köşelerinden bana ebedi olarak iftihar edeceğim şekilde gösterilen teveccüh ve itimada layık olabilmek için en mütevazı bir millet ferdi sıfatiyle hayatımın sonuna kadar vatanın hayrına vakfeylemek emeliyle barıştan sonra halkçılık esası üzerine dayanan ve Halk Fırkası adıyla siyasi bir fırka kurmak niyetindeyim."
Bu açıklamaya başta Trabzon ve Erzurum olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinden itirazlar geldi. Çünkü 4-11 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi’nde “Müdafaa-i Hukuklar her nevi fırka cereyanlarının üstünde olup bakidir ve devam edip gidecektir,” kararı alınmıştı. Mustafa Kemal’in bu grupları Halk Fırkası’na dönüştürme çalışması açıkça bu kararın ihlaliydi.
Mustafa Kemal, Lozan Barış Görüşmelerinin kesintiye uğramak üzere olduğu günlerde 16/17 Ocak 1923 gecesi, İzmit Kasrı’nda İstanbullu ve Ankaralı gazetecilerle yaptığı nabız yoklama toplantısında konumuzla ilgili görüşünü biraz daha açtı ve milletin siyasi partilerin çatışmasından çok canı yanmış olduğunu, başka memleketlerde partilerin sınıf menfaatlerini muhafaza için kurulduğunu ve Türkiye’de adeta ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan partiler yüzünden malum olan acık neticelere şahit olunduğunu, halbuki Halk Partisi dediğimiz zaman, bunun içinde vatandaşların bir kısmının değil, bütün milletin dahil olacağını söyledi.
Halbuki öncesinde Enver Paşa’ya yakın olmakla birlikte, Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasından (13 Eylül 1921) sonrasında sadık bir Kemalist olan Şevket Süreyya (Aydemir), 1963-1965 yılları arasında kaleme aldığı Tek Adam serisinin 1922-1938 yıllarına dair üçüncü cildinde, 1920’lerde söyleyip söylemediğini bilmediğimiz şu minvaldeki cümlelerle daha gerçekçi bir tablo çiziyordu:
"Bütün milletin partisi yahut bizim ifade etmek istediğimiz gibi Parti millet anlamı ile sınıfsızlık, imtiyazsızlık, çıkar çatışmazlığı, Parti millet kaynaşması gibi görüşleri ancak, o günün şartları, Gazi’nin o günkü ruhi eğilimleri içinde değerlendirmek mümkündür. Çünkü biraz derine inilince görülür ki, bu soy ve idealist fakat safiyane eğilimler gerek memleketin sosyal yapısı gerekse partinin kuruluşunu takip eden 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanununun getirdiği fikir ve hukuk ilkeleri ile bağdaşmamaktadır. Sosyal gerçeklerle ise, tamamen çatışır. Çünkü evvela, memlekette sınıflar daima vardır. (…) Çünkü padişahlığın, Halifeliğin, teokrasinin, ayanlığın, beyliğin, ağalığın, eşraflığın henüz yaşadığı ve asırlardan beri de yaşamakta olduğu bir ülkede, kökten bir müdahale olmadan sınıfsız, imtiyazsız bir bünye kuruluşunu, bir sosyal yapıyı fiilen yerleştirmek, gerçekten imkansızdı."
Bu tür tepkileri dikkate almayan Mustafa Kemal, fırka konusunu, 7 Şubat 1923’te Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nin minberinden verdiği hutbeden sonra cemaatin sorularını cevaplarken tekrar açtı. Yeni devletin geleceği için endişeleri olduğunu, bu yüzden bazılarının önerdiği gibi köşesine çekilerek dinlenmeyi doğru bulmadığını, kurmayı düşündüğü Halk Fırkası’nın halka siyasi terbiye verecek bir mektep olacağını” anlattı.


“DOKUZ UMDE” NEDİR?

15 Nisan 1923’te TBMM’nin (Birinci Meclis’in) tatil edilip seçimlere gidilmesinin ve 27 Mart-1 Nisan 1923 günleri arasındaki Ali Şükrü Bey cinayetinin gerilimi sürerken, 8 Nisan 1923 tarihinde “ARMHC Başkanı Mustafa Kemal Paşa” adına “Dokuz Umde” (Dokuz İlke) başlıklı beyanname yayınlandı. “Yeni çalışma devresinde Meclis’in çoğunluğunu bu amaç etrafında toplamak ve memleketi kavuşturmak için Halk fırkası kurulacaktır. Meclis’te bulunan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu, Halk Fırkası’na inkılâp edecektir,” diye başlayan beyannamenin maddeleri özetle şu konulara dairdi:
Birinci ilke egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu, milletin gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu söylüyor ve TBMM’nin görevlerini sayıyordu.
İkinci ilke Saltanat’ın kaldırılmasına TBMM’nin oybirliği ile karar verdiğini belirttikten sonra güvencesi TBMM olan Halifelik makamının Müslümanlar arasında en yüksek makam olduğunu belirtiyordu.
Üçüncü ilke ülkede güvenlik ve düzenin sağlanmasının en önemli görev olduğuna dairdi.
Dördüncü ilke mahkemelerin hızlı biçimde adalet dağıtabilmelerinin sağlanması için düzenlemeler yapılacağına dairdi.
Beşinci ilke vergi usullerinde halkın şikayetine ve haksızlığa uğramasına engel olacak düzenlemelere dairdi ve 10 alt başlığı vardı.
Altıncı ilke askerlik süresinin kısaltılacağına ve okuma-yazma bilenlerden daha kısa süreli askerlik hizmeti isteneceğine dairdi.
Yedinci ilke yedek subayların yaşam koşullarını ve geleceklerini ülkeye en yararlı olacak biçimde sağlamaya ve malûl gazilerin, emeklilerin, onların dul ve yetimlerinin sefalet çekmemesi için çalışılacağına dairdi.
Sekizinci ilke kamu işlerinin hızla görülmesi için, bütün kadrolara, çalışkan, yetenekli ve dürüst görevliler yerleştirileceğini, devlet işlerinde aydınların ve uzmanların görüş ve uyarıları göz önünde bulunduracağını içeriyordu.
Dokuzuncu ilke ise bayındırlık işlerinde özel kesimin, devletin yanında yer almasının sağlanacağı, malî, ekonomik ve yönetsel bağımsızlığı sağlamak koşuluyla, barış yapılmasına çalışılacağı; bağımsızlığı gölgeleyecek hiçbir barışın onaylanmayacağı konusunda verilen sözleri içeriyordu.

İKİNCİ MECLİS SEÇİMLERİNDE GRUPLAR

18 Nisan 1923 tarihli ve Mustafa Kemal imzalı bir tebliğ ile “Müntehib-i Sani”lerin yani “ikinci seçmenler”in onayına sunulacak adayların “merkez” tarafından belirleneceği belirtilmiş, 30 Nisan 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinden öğrenildiğine göre bir başka talimatname ile “ikinci seçmenler” belirlenirken Dokuz Umde’yi benimsemiş ve “kazanması muhtemel adayların tercih edilmesi” istenmişti.
Birinci ve İkinci Grup dışında adaylarını listeye sokmak için çaba gösteren “ismi var cismi yok” Müdafaa-i Milliye Grubu; adlarını İTC’nin İaşe Nazırı “Kara” Kemal’den alan İaşeciler (İttihatçılar) Grubu; başını Esnaf Cemiyetleri Heyeti reislerinden Hakkı Bey’in çektiği Amele Grubu ile İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri (Düşünsel) Bey, Hoca Salih Zeki Efendi, Ali İhsan (Sabis) Paşa, “Sakallı” Nurettin Paşa gibi bağımsız adaylar faaliyet göstermekle birlikte, “ikinci seçmen” listeleri esas olarak Birinci Grup üyelerinden oluşmuş, bunun sonucu da, Ankara’dan gelen milletvekili isimleri onaylanmıştı.
21 Haziran 1923 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan bir habere göre Ankara “müntehib-i sani” seçimlerinde, Mustafa Kemal oy kullanırken kendisi de “müntehib-i sani” adayları arasında olduğu halde ismini pusulaya yazmamış, bunun üzerine, Kırşehir Milletvekili Yahya Galip (Kargı) Bey, Mustafa Kemal’in pusulasını alarak Mustafa Kemal’in adını eklemişti, bu durumu imzasıyla da kayda geçirmişti.
Sonuç olarak İkinci Grup üyesi olup da bağımsız olarak seçime katılanlardan sadece Gümüşhane Milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) TBMM’ye girebilmişti. 2 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasına ret oyu veren ama bu oyu zabıtlara bile geçirilmeyen Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit Bey’in adaylığı kabul edilmeyerek Meclis dışında kalması sağlanmış, yerine ağabeyi Faik (Günday) seçilmişti.


HALK FIRKASI KURULUYOR

Yeni seçilenler, TBMM’nin açıldığı 11 Ağustos 1923 tarihinden itibaren Halk Fırkası’nın tüzüğünü hazırlamaya başlamışlardı. Fırkanın resmen kuruluşu 11 Eylül 1923’de, Dahiliye Vekȃleti tarafından tescili 23 Ekim 1923’te yapıldığı halde, ileriki yıllarda İzmir’in geri alınışının tarihine denk getirmek için kuruluş tarihi tüzüğün kabul edildiği iddia edilen 9 Eylül 1923 günü olarak kabul edilmişti.
Kuruluş beyannamesine göre fırkanın Genel Başkanı Mustafa Kemal, Genel Sekreteri Recep (Peker) Bey idi. Fırka meclisinde Erzincan Milletvekili Sabit (Sağıroğlu), İstanbul Milletvekili Doktor Refik (Saydam), İzmir Milletvekili Mahmud Celal (Bayar), Erzurum Milletvekili Münir Hüsrev (Gerede), Tekirdağ Milletvekili Mehmet Cemil (Uybadın), Konya Milletvekili Kazım Hüsnü (Karabekir), İzmit Milletvekili Saffet (Arıkan), Diyarbakır Milletvekili Mehmed Zülfü (Tigrel) ve Kütahya Milletvekili Recep (Peker) beylerin adları vardı.
Mustafa Kemal 19 Kasım 1923 tarihinde İsmet Paşa’ya gönderdiği bir yazıda Halk Fırkası Reisi Umumiliği ile fiilen işgale vazife-i haliyem müsait olmadığından [29 Ekim 1923’te Cumhurbaşkanı seçilmişti çünkü] zat-ı devletlerinizi tevkil (vekil) ediyorum,” demiş; İsmet Paşa A-RMHC örgütlerine 20 Kasım 1923’te gönderdiği bir genelge ile durumu bildirmiş ve cemiyetin her kademedeki örgütünün Halk Fırkası’nın örgütlerine dönüştüğünü belirtmişti.
Dikkat edilirse, fırkanın adında henüz “Cumhuriyet” ibaresi yoktu. 17 Kasım 1924 tarihinde Kazım Karabekir liderliğinde kurulacak olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın adında “Cümhuriyet” kelimesi kullanılacağının duyulmasıyla “Halk Fırkası” ismine 10 Kasım 1924’te “Cümhuriyet” kelimesi ilave edildi ve Cümhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını aldı. (1940’a kadar Cümhuriyet imlası kullanıldı. Partinin adının Cumhuriyet Halk Partisi-CHP olmasına ise 11 yıl vardı. )
Partinin cumhuriyetçiliğine laf yoktu ama halkçılığı konusunda tereddütler hala sürüyordu. Nitekim Vedat Nedim (Tör) Bey, Son Telgraf gazetesinin 14 Ocak 1925 tarihli nüshasında yayımlanan “Beklediğimiz Fırka” başlıklı baş makalesinde (sadeleştirilmiş dille) şöyle diyecekti:
"Halk her yerde ve her memlekette iktisadi ve sosyal menfaatleri birbirine uymayan hatta birbirine zıt sınıfların toplamıdır. Sınıf kavramı inkâr kabul etmez bir kötülüktür. Halk Fırkası’nın hangi sınıfa dayandığını öğrenmek istiyorsanız şehir ve kasabalardaki dayandığı kişilerine bakınız. Göreceksiniz ki hepsi istisnasız ya mütegallibe ya eşraf ya tüccar yahut da burjuvalaşmaya yeltenen asker ve münevverler sınıfına mensupturlar. Bu zümreler ise Türkiye halkının gayet gülünç bir azınlıkları temsil ederler."



1927 KONGRESİ

13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Sait İsyanı dolayısıyla çıkarılan 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu ve tekrar faaliyete geçen İstiklal Mahkemeleri ile ülkede demokrasi tamamen askıya alındıktan sonra Lozan’da Milletler Cemiyeti’nin kararına terkedilmiş olan Musul İngiliz mandasındaki Irak’a bırakılarak “çözülmüş”, Temmuz-Ağustos 1926 tarihlerindeki İzmir Suikastı Davaları ile zaten sayıları son derece az olan muhaliflerin kimi idam edilerek, kimi kalebentlikle, kimi sindirilerek susturulduktan sonra 15-24 Ekim 1927 tarihinde CHF Kongresi toplanmıştı.
Kuruluşla ilgili tarihlerden hangisi esas alınırsa alınsın, 1927’deki kongrenin ikinci kongre olması gerekirken 1927 yılının basınına göre bu, “birinci kongre” idi. Örneğin Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi’nin yayımladığı Ayın Tarihi dergisinin, kongreye ayrılan Ekim 1927 tarihli 43. sayısında başlık “Cümhuriyet Halk Fırkası’nın İlk Kongresi” idi. Mustafa Kemal, kongrede partinin kuruluşunu A-RMCH’ye ve ilk kongreyi 1919 Sivas Kongresi’ne götürerek 15-24 Ekim 1927 kongresini “ikinci kongre” diye nitelediği ve derginin, bu konuşmayı satır satır yayımladığı halde başlığını bu şekilde bırakması ilginçti. Dahası, kongre zabıtlarına dair kitabın kapağında sadece “Cümhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresi 1927” yazarken, İsmet Paşa’nın, kongreyi “Efendiler, Cümhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci büyük kongresi hitam bulmuştur,” diyerek kapattığı için; bu tarihten itibaren, bu kongre resmî tarih yazımına “İkinci kongre/kurultay” olarak geçmiş, 1931 Kongresi’nin zabıtları da CHF Üçüncü Büyük Kongresi başlığıyla yayımlanmıştı.
Bu kongrenin ilginç ayrıntılarını, günü geldiğinde hatırlatmak üzere, şimdilik noktayı koyalım...



Ayşe Hür



* * *


Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


_________________________________












İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli...

  İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli... ✓ 21 Nisan Pazar günü yine Kültürpark'ın ...