İzmir'in İstirdatı (*) ve Metropolit Hrisostomos'un Linci...
Ayşe Hür
“Karahisar düşdükten sonra Akhisarlı Ermeniler ve Rumlar Kırkağaçlı Hıristiyanlar’ın yaptığı gibi kendilerini İzmir’e veya başka liman şehirlerine atsalardı. Her gün, rıhtıma gelen mülteciler arasında Akhisar’da arkada bıraktığımız sevdiklerimizi boşuna arıyoruz! Annem, biraderim ve ailesi, kayınvalidem, kayınbiraderim ve ailesi ile karımın teyzesi, toplam on kişi… Günler geçtikçe, yeni gelen insanlardan Akhisar hakkında korkunç haberler alıyoruz! Akhisar’ın Kemalist askerlerce işgalinden sonra, karımın biraderi Hagop’un diğer Ermeni ve Rum şüphelilerle asıldığını; genel bir katliam yapıldığını; erkeklerin tümünün makineli tüfekle öldürülecekleri Manisa yakınlarında ki, Gediz Irmağı kıyısına götürüldüğünü, kadın ve çocukların kent içinde kıyıma uğradığını; genç kadın ve kızların tecavüze uğradığını ve yüksek rütbeli Türkler’in evlerinde ala konduklarını; askerlik yaşı gelen gençler Manisa’ya gönderilirken, yaşlıların iç vilayetlere sürgüne gönderildiğini ileri süren korkunç haberlerdi bunlar. Bu korkunç söylentiler ve haberler şu ya da bu ölçüde doğru, ya da abartılmış olabilirdi. Ama bir şey açık ve kesindi : Akhisar Hıristiyanları Türkler’le karşılıklı koruma anlaşması imzalayarak korkunç bir hata yapmışlardı. Onları korumayacaklarına dair, Türkler Kuran üzerine yemin ettiler ve Kemalist askerlerin kente ulaşmasını beklediler. Mahalleli Türkler, kendileri için tehlike sona erdiğinde, askerlerinde yardımıyla, yeminlerine inanacak kadar saf olan Hıristiyan nüfusa karşı her türlü acımasız fiili işlediler.”
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'ne kadar Osmanlı ordusunda askeri doktor olan İzmirli Garabet Haçaryan (Aktaran Dora Sakayan, Bir Ermeni Doktorun Yaşadıkları, Garabet Haçeryan'ın İzmir Güncesi, Belge Yayınları, s. 95-96) böyle anlatmıştı İzmir'in istirdatının arifesinde yaşananları.
Halide Edib (Adıvar) ise Mustafa Kemal’in Uşak’tan İzmir’e yolculuğunu anlattığı Türk’ün Ateşle İmtihanı (Cumhuriyet Gazetesi hediyesi, internet yayını, 1998, sayfa numarasız) adlı kitabında durumu şöyle anlatır:
“O gün, Alaşehir’in sarp yollarından inerken, güneş doğmuştu. Şehir adeta bir kül yığını gibi yanık sahalarla doluydu. İnsanların ve öküzlerin güçlükle çektikleri top arabalarının arasından atla geçmek zor oldu. Ne Yunanlılar ne de biz, ölülerimizi gömmeye vakit bulamamıştık. Türk ordusu, Türk şehirlerini ateşten kurtarmak için var hızıyla ilerliyor, Yunan ordusu ise, yaptığı bu tarihi yangınlardan süratle kaçıyordu. Türk ordusu şehirden şehire geçtikçe, hep bu yanık harabelerle karşılaşıyordu. Halk darmadağınık. Kadınlar aklını kaybetmiş gibi yerdeki taşları tırnaklarıyla ayırıyorlar. Halkın içinde korkunç bir kin hissediliyor. Cehennem dünyaya gelmiş gibi. İki millet, birisi yakıp yıkmış, ötekisi kurtarmak için hareket halinde. Hiç birisi öbür tarafa zerre kadar merhamet göstermiyor. Sırtın eteğinde hayvanların sulandığı bir çeşmenin başında durdum. Gözlerimi ve kirpiklerimi örten tozdan etrafımı göremiyorum. Gırtlağım tıkanmış gibi..."
Ardından Halide Edip ve birlikler, 18 kurşun yarasına rağmen hayatta kalmayı başaran mucizevi asker Kemaleddin Sami Paşa’yla Salihli’ye doğru yola koyulurlar. Yolda İzmir Körfezi’ne demirlemiş olan Edgar Quinet zırhlısından bir mesaj alan Mustafa Kemal’e, İzmir’i Türk ordusuna teslim etmek istediklerini söyleyen konsoloslar, görüşmelere hangi kumandanın gönderileceğini sormaktadırlar. “Kimin şehrini kime veriyorlar!” diye bağırır Mustafa Kemal.
Mustafa Kemal, yorgun ordunun konakladığı Nif’in (şimdi Kemalpaşa) biraz ilerisindeki Belkahve’den İzmir’e bakarken de yabancı harp gemileriyle dolu körfeze ve Anadolu şehirlerinin aksine tek bir dumanın bile tütmediği şehre uzun uzun baktıktan sonra yanındakilere, “Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm” demişti. Yunan ordusunun acele ile terk ettiği İzmir’in içi karmakarışıktı. İzmir’e ilk giren saat 8.30 civarında 5. Kolordu kıtaatından 4. Süvari Komutan Muavini Yüzbaşı Şerafeddin Bey idi.
İstanbul’da yayımlanan Djagatamart adlı Ermenice gazetenin 19 Eylül 1922 tarihli nüshasında, 16 Eylül’de İzmir’den ayrılan bir Ermeni genç böyle anlatmıştı o günü:
“9 Eylül [1922] cumartesi öğleden sonra Türk süvarileri İzmir’in Kordon boyunda dörtnala, kılıçları çekilmiş vaziyette şehre girdiler. Onlar şehre girerken, önlerinden çevredeki Rum vatandaşlar korkuyla kaçmaya çalışıyorlardı. Yunan askerleri de elbiselerini çıkarıp silahlarını atıp kaçışıyorlardı. Gece Türk askerleri ve silahlı çapulcular karşılarına kim çıkarsa, Rum veya Ermeni yakalayıp belirsiz bir yere götürmeye başladılar. Halk sabaha kadar süren silah sesleri arasında geceyi geçirdi. Pazar sabahı silahlı çapulcular ve askerler çarşıya daldılar ve arabalara, atlara, sırtlarına ne varsa koyup Türk mahallesine taşıdılar. Akşama doğru aynı durum Haynots’da (Ermeni mahallesinde) tatbik edildi. Araştırma ve soruşturma yapmak gerekçesiyle evlere giriliyor, evlerde ne varsa soyulup talan ediliyordu. Karşı koyanlar da öldürülüyordu.”
Bu kargaşa içinde 10 Eylül günü İzmir’e gelen Mustafa Kemal’e önce Karşıyaka’da bir köşk hazırlandı; sonra Bornova’daki bir köşke yerleştirildi. O gün Mustafa Kemal’e tekmili Vali Vekili “Sakallı” Nureddin Paşa verdi. Önlerindeki masada değerli taşlarla süslenmiş bir kılıç duruyordu. Bu kılıç, İzmir’e girecek ilk süvari komutanına verilmek üzere Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderilen üç kılıçtan biriydi. Kılıç törenle Yüzbaşı Şerafeddin Bey’e verildi. (Ayrıca Beyrut eşrafından Yahudi bir esnaf olan Misbah Efendi de, İzmir'e ilk girecek kahraman verilmek üzere 500 altın lira ödül koymuştu. Bu ödül de Şerafeddin ve yardımcısı Zeki yüzbaşılar arasında paylaştırılmıştı.)
Ordu mensupları ve İzmir’in ileri gelenleri onu karşılarında görünce biraz şaşırmışlardı. Çünkü henüz gelmesini beklemiyorlardı. Şaşkınlık geçince büyük bir coşku yaşandı. Hoş geldin demeye gelenler, çiçekler, çelenklerle süslü bir sofrada yenilen yemek, alkışlar, “Yaşasın!” sesleri… Ancak birden silahlar patladı ve Mustafa Kemal arkada bir odaya kapandı. Kapıyı kapatmadan önce de Ruşen Eşref’e sert bir şekilde ne olduğuna bakmasını emretmişti. Bir süre sonra anlaşıldı ki, Türk ordularının önünden kaçan Yunanlıların bir bölüğü şehrin girişinde “Çolak” İbrahim Bey’in emrindeki Türk birliği ile karşılaşmış ve silahlar çekilmişti.
HRISOSTOMOS LİNÇ ETTİRİLİYOR
Nureddin Paşa’nın daveti üzerine, işgal yıllarında doğal olarak Yunanlılarla işbirliği yapan İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos, yanında Belediye Meclisi Üyesi Klimadoğlu, Çürükçüoğlu Nikolaki, Sarraf Yanko ve Timoleon Efendi ile birlikte vilayet konağına gelmişti. Aslında Metropolit, İzmir’in geri alınmasından önce pekâlâ kaçabilirdi ancak kaçmamıştı. Anlaşılan fazla iyimserdi.
Bundan sonrasını Fahrettin (Altay) Paşa, Görüp Geçirdiklerim, On Yıl Savaş ve Sonrası, 1912-1922 (İnsel Yayınları, 1970, s. 360-361) adlı hatıratında şöyle anlatmıştı:
"İzmir’in ileri gelenleri hükümet konağına gelerek gazi ye saygılarını sunuyorlar, çeşitli milletlerin ruhanî başkanları da geliyorlardı, bunların arasında RUM METROPOLİTİ HIRlSTOSTOMOS’un bir rum meclis azası ile beraber arzı tazimat için geldiğini haber vermişlerdi.
Büyük üniforması ve bastonu ile merdivenlerden çıkmakta olan Hıristostomos’u gören Kolordu Adli Müşaviri MÜNİR (KOÇAÇITAK) polislere;
“— Sakın bu papazı üzerini aramadan içeri sokmayınız. Bu meşhur bir komitecidir son bir fedakârlık yapayım diye üzerinde bomba getirmiş olabilir.” diye ikaz etti, Polisler papazı yan odaya aldılar, burada Nurettin Paşa’nın yaveri ile süvari takım komutanlarından Afyonlu NAZIM üstünü aradılar bir şey bulamadılar. Gazi Mustafa Kemal’e Hıristostomos’un geldiğini haber verdiğim vakit bir an durdu ve gülerek Nurettin Paşa'ya;
“— Senin dostundur(!) git görüş ben görmek istemem” şeklindeki sözlerle dışarı gönderdi. Hıristostomos’un alındığı yan oda da ben de bulundum. Nurettin Paşa biraz sert bir görünüşle Papaza : “— Gördün mü Allahın adaleti nasıl tecelli etti. Yaptıklarından şimdi utanıyorsun değil mi?” “— Bana iftira ediyor. Katiyyen benim bir şeyden haberim yok. Ben suçsuzum.” “— Artık sizi RUM METROPOLİTİ olarak tanımayız. Gazi hazretleri de sizi kabul edemezler. Gidersiniz yerinize bir vekil tayin eder çekilirsiniz…"
Nurettin Paşa’nın bu cevabından sonra Papaz ve yanındakiler merdivenlerden inmeye başladılar. Hükümet Konağı’nın önünde toplanmış halkın arasında bulunan bir yüzbaşı Papazın uzun sakalına yapışarak İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği gün kışladaki faciayı gördüğünü ve buradaki katliamı yapanların kendisi tarafından takdis edildiğini hatırlatarak, «— Bir din adamı bunu nasıl yapar. Din adamına bu yakışır mı?» diye haykırdı, sert sözler sarfetti.
Papazı ZİTO MUSTAFA KEMAL diye bağırttıktan sonra da dedi ki «— Nerede kaldı senin milli kahramanlığın, SÜLEYMAN FETHİ (**) süngüler arasında olduğu halde ZlTO VENÎZELOS diye bağırmamış ve kanını döktürmüştü.”
Papaz gene güzel sözlerle kendisini savunmak istiyor halkın heyecanı da bu arada artıyor, aleyhte sözler söyleniyordu. Metropolit güzel sözlerle halkın heyecanını yatıştırmaya uğraşıyor. Halbuki kendisini tehlike içinde görüp, Hükümet Konağı’na çekilerek muhafız isteyebilir, yahut halk dağılıncaya kadar bekleyebilirdi. Ama ALLAH ŞAŞIRTMIŞ olacak ki bunların aksine olarak kalabalık içinde ilerlemeye koyuldu. O ilerledikçe halk O’nu takib ediyordu. Yavaş yavaş sıkışan ve çıkış yolu bulamayan Hıristostomos nihayet halkın arasında sürüklenmeye başladı biraz sonra da ezildi ve cansız yere serilip kaldı. Papazın ölüm haberi Gazi Mustafa Kemal e geldiği vakit yanındaydım. Üzüntü içinde “— Bu olmamalıydı” dedi. Papaz Hükümet Konağı’na geldiği vakit elindeki bastonunu yanıdaki askere bırakmıştı. Ayrılırken bu baston kendisine verilmedi. Siyah renkte olan ve BAŞINDA BİZANS ALAMETİ KARTAL OYMALI FİLDİŞİ BİR TOPUZ bulunan bu bastonun şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Müzeye konulması gerekirdi.”
Olayın en yakın tanığı Cellât Ali (***) ise; 2 Ağustos 1975 tarihli Yeni Asır gazetesinde yayımlanan hatıratında linç olayı şöyle anlatılıyordu:
"Papaz, muhafızların himayesinde bulunduğu hücreden çıkarıldı ve idam hükmünün yerine getirileceği Namazgâh yönüne yürümeye başladı. Biz giderken peşimizdeki kalabalık da her dakika artıyor ve tehlikeli bir durum meydana geliyordu. (…) Jandarmalar ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Galeyana gelenleri yatıştırmaya çalışıyorlardı. Fakat nasıl olduysa oldu ve papaz kaşla göz arasında kayboluverdi. “Ey ahali ne oluyor? Bu yaptığınız doğru değil. Zaten ona kanun (?) cezasını vermiş!” demeye kalmadan Hrisostomos parça parça edildi ve cesedi de bir kenara atıldı. Kafasına vurulan ilk sopayla kanlar içinde kalmıştı.…"
Hrisostomos’un (ve yanında Çürükoğlu Nikolaki'nin) katledilmesinin ve (13 Eylül 1922 günü başlayan İzmir Yangını’nın) sorumlusunu yıllar sonra Falih Rıfkı Atay Çankaya (Doğan Kardeş Matbaası, 1969, s. 324) kitabında ifşa edecekti: “Gavur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu…. Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de, biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır (iğrendirmiştir). Bunlardan biri İzmir metropoliti Meletyos [Hrisostomos], öteki de Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal’dir.”
Falih Rıfkı'ya göre lincin olduğu gün (linçten önce mi sonra mı anlayamadım) Mustafa Kemal sivil kıyafetle Kramer Palas'a gitmişti. Müşterilerden biri kendisini tanıyıp "Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! diye bağırınca kalabalık birbirine girmişti. Mustafa Kemal bir masaya oturmuş ve kendisine hizmet eden kişiye (Falih Rıfkı, "garson, Otel müdürü kim önce koşup gelmişse..." demekle yetinirken ondan nakille bu anekdotu aktaranlar "Rum garson" derler) "Kral Konstantin hiç bu otele gelip de bir kadeh rakı içti mi?" diye sormuştu. Görevli "Hayır Paşa efendimiz" dediğinde "Öyle ise neden İzmir'i almak istemiş?" demişti.
Kral Konstantin ve Yunanlılar için İzmir'in ne anlama geldiğini muhtemelen söylemeye kalkmamıştı görevli...
_______________________________________________________
(*) İstirdat: Geri alma, kurtarma.
(**) İzmir Askerlik Dairesi Başkanı olan Kurmay Albay Süleyman Fethi, İzmir'in Yunan birlikleri tarafından işgal edildiği 15 Mayıs 1919 gecesi, "Zito Venizelos!" diye bağırmayınca Yunan askerlerince süngülenerek öldürülmüştü.
(***) "Cumhuriyet tarihinin en çok adam asan celladı" unvanlı bu şahsı ayrıca anlatacağım sizlere.
Ayşe Hür
* * *
_________________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder