26 Nisan 2022 Salı

Yahudi gözünden Bursa’dan Ermeni sürgünü... / Leon Semach

Bursa


Yahudi gözünden Bursa’dan Ermeni sürgünü... / Leon Semach


Çeviri: Nesi Altaras


Aşağıdaki metin Leon Semach’ın 1915’te yazdığı Fransızca bir mektubun çevirisidir.[1]

Bugünkü Bulgaristan’daki Filibe (Plovdiv veya Philippopolis) kentinde 1869’da doğan Osmanlı Yahudisi Semach 1890 itibariyle farklı Osmanlı şehirlerinde Yahudilere Fransızca eğitim veren Alliance Israélite Universelle okullarında çalışmıştı. Kudüs, Selanik ve İzmir-Karataş’ta müdür yardımcısı olduktan sonra 1901’den 1907’ye Rodos’ta, ardından Bursa’da müdür olarak çalıştı. [2]

Savaş döneminde Bursa’da olan Leon Semach 11 Ekim 1915 tarihli mektubunda savaş döneminde Bursa’daki ekonomik durumdan, Fransızca eğitim veren Yahudi okuluna Türkçe kullanılması için yapılan baskılardan, baskılara rağmen programını değiştirmeyen Rum okula nasıl el konulduğundan ve sahil bölgelerden sürülüp Bursa’ya gelen Rumlardan bahsediyor. Mektubun en uzun orta kısmında ise Ermeni Soykırımı’nın Bursa’daki ilk adımlarını anlatıyor. Okuyacağınız çeviri, mektubun çoğunu oluşturan bu orta kısımdır. Bu kaynak bize Ermeni Soykırımı üzerine nadir bulunan bir Osmanlı Yahudi perspektifi sunuyor. [3]

* *

Ermeniler: eğer savaş birkaç ay daha sürerse bu toplumun kaderinde tamamen imha edilmek var. Ağustos ayında Bursa’da [yetkililer] Ermenilere tüm varlıklarını ve evlerini satmaları için üç gün verdiler. Toplu sürgün olacağına inanmayarak (Bursa’da 1700 Ermeni aile vardı) protesto yoluyla veya İslam’a dönerek bunun hafifletilebileceğini düşündüler. Bu çabalar başarısız olunca gerçekle yüzleşmek zorunda kaldılar. Üç gün daha istediler, bu istek kabul edildi.

Her ailede iki inek tarafından çekilen, yatak ve yemek için yeterli yer olan kağnılar vardı. Kadın ve çocuklar kağnılara binerken erkekler yayan takip etti. Ayrıcalık için para vermeye gönüllü olanlar kağnıya bindiler. Ancak boyut fark etmeksizin aile başına yalnız bir kağnıya izin verildi. Bütün bunlar Ermenilerin eşyalarını çok ucuz fiyatlara satmalarına sebep oldu.

Bu [eşyaların satıldığı] açık arttırmalar sadece Türklere açıktı. Rum ve Yahudiler cüret bile etmedi, bunun sebebi de Müslümanlardan gelen tehditlerdi. Yalnızca onlar [Türkler] polisin müşfik ve teşvik eden gözü altında alacaklarını aldılar, bu sırada zavallı Ermeniler çaresizlik krizleri içinde tüm mallarını bıraktılar. Bil[e]cik yakınlarında bir köyde Ermeniler Türk ellerine geçirmek yerine evlerini ve tüm eşyalarını yakmayı yeğlediler.

‘RUM VE YAHUDİLER CÜRET BİLE EDEMEDİ’


Korkunç bir gösteriydi, bunca aileyi kağnı ve arabalarda sıraya dizilmiş, Anadolu’nun içlerine yollanırken görmek; nereye varacaklarını tam bilmeden, kendilerini bekleyen kaderden korkarak.

Semach’ın görev yaptığı İzmir-Karataş’taki Alliance okulu


Bu anlatılamaz sürgünden bir süre sonra bir hayli kişinin açlık ve susuzlıktan öldüğünü öğrendik. Yanlarındaki ekmek bozulmuştu. Başkaları hastalığa kurban gitmişti, yolda doğum yapan kadınlar hayatta kalamamıştı. Buna eklemeliyim ki yol boyunca paralı suikastçılar yanlarında biraz para götürmeyi beceren bazı zengin Ermenileri soymak için yerleştirilmişti.

Bu ailelerin çoğunun Bağdat’a gönderildiği dedikoduları dolaşıyor. Bu yol o kadar uzun ve yorucudur ki aralarından pek azı gidecekleri yere varacak.

‘ARALARINDAN PEK AZI GİDECEKLERİ YERE VARACAK’


Suikastçıların bıçağından kurtulanlar yorgunluk ve yokluktan düşecek. Bursa, Ada Bazar, Bazar Köy, Panderma ve Anadolu’nun tüm kasabalarından Gregoryen Ermenilerin kaderi ortaktır. Katolik Ermeniler bağışlanmıştır.[4]
Buna eklemeliyim ki; sürgün emri düşmanlara sopayla dayak, el ve ayaklarını bağlamak, Gregoryen kilisesinde bomba bulunduğu için silah sakladıkları yerleri söyleyene kadar tırnaklarını çekmek gibi akla gelen her türlü işkence yapıldıktan sonra verilmiştir.

Birkaç yüz Ermeni asılarak idama çarptırılmıştır. Hepsi bu da değil. Bir de askere alınan Ermenilerin ortadan kaldırılması var. Onlar da imha edilmeliydi. Bu da şöyle başarıldı: tüm Ermeni askerler izne çıkarıldı. Emrin ne olduğunu anlamadan savaş ortasında yola koyulup eve dönmeleri söylendi.

‘ONLAR DA İMHA EDİLMELİYDİ...’


Önceden haber verilen Türk birlikler yolda dizildi ve her birini, itirazlarına rağmen, firar ettikleri bahanesiyle öldürdüler. Şahit olduğumuz sahneler korkunç ve tarif edilemez.

İllerden olan sürgün ani ve korkutucu iken Konstantinopolis için durum böyle değildi. Her gece 300-400 Ermeni başkentten Anadolu’nun içine, belirlenmiş bir kadere yollanıyordu ya yolda öldürülmek ya da dilenecek hale getirilmek.

Şu anda kent gece gündüz askeri muhafız altında. Yetkililer herkesten şüphe duyuyor. En çok da silahı olan insanlardan – bulabildikleri her şeye geçen Haziran ve Temmuz el koymalarına rağmen.

‘BU EVLERDE KİM OTURACAK?’


Yukarıda Ermenilerin eşyalarını satmak için izinli olduğundan bahsettim ancak nadiren evlerini satabildiler. Bunlarda kim oturacak? Dedikoduya göre en iyi evler devlet yetkililerine, diğerleri de muhacirlere verilecek. Dükkân ve emtiaya ise el konuldu. Bu, süregelen finansal kaosa dair bir fikir veriyordur.

Eğer biri Müslümanlar neden Ermenilere karşı bu kadar ekstrem hareketler yapıyor derse Ermenilerin Rusya’nın Van’ı işgal etmesindeki rolüne işaret ediyorlar. Ancak Türk hükümeti Ermenileri bitirmeden önce Alman ve Avusturya büyükelçilerine danıştı. Yukarıda bahsettiğim dehşetler bu tarafların rızasıyla gerçekleşti...”



[1] Mektubun orijinalini burada bulabilirsiniz.

[2] Eşi Lucie Ovadia da bir Alliance öğretmeniydi. Rodos’ta ve Bursa’da öğretmenlik yapan Selanikli Lucie hakkında daha fazla bilgiyi burada bulabilirsiniz.

[3] Mektubun bu kısmının İngilizcesi Julia Phillips Cohen ve Sarah Abrevaya Stein’in hazırladığı Sephardi Lives: A Documentary History, 1700-1950 adlı kitabın 51. parçasıdır (s.158-160).

[4] Katolik Ermenilerin deneyimi hakkında daha fazla bilgi için buraya bakabilirsiniz.



Kaynak: AVLAREMOZ, 24 Nisan 2021




***
@Y_Ergundogan





___________________________________________________________________

25 Nisan 2022 Pazartesi

Osman Kavala'nın 22 Nisan 2022 tarihinde yaptığı SAVUNMA'nın tam metni...


Gezi davasında karar: Kavala'ya ağırlaştırılmış müebbet; Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Yiğit Ali Emekçi'ye 18 yıl hapis ve tutuklama!.. (25 Nisan 2022)


* *

Osman Kavala'nın 22 Nisan 2022 tarihinde yaptığı SAVUNMA'nın tam metni...


Yaklaşık dört buçuk yıldır bana yöneltilmiş suçlamaların temelsiz olduğunu ortaya koymamıza, Gezi davasından beraat etmiş olmama, tutuklanmamın hak ihlali olduğuna dair AİHM kararına rağmen, Cumhurbaşkanı’nın ve bazı siyasetçilerin hakkımda suçlayıcı beyanlarına devam etmeleri ve sudan gerekçelerle tutukluluğumun sürdürülmesinden dolayı savunma yapmamın anlamsız hale geldiğine kanaat getirmiştim. Bu davanın bu celsede hükme bağlanmasına yönelik bir iradenin ortaya çıktığını gözlemlediğimden, alınacak kararı etkileyeceğini beklemesem de daha önce ifade etmiş olduğum bazı gerçekleri son bir kere daha vurgulamak ihtiyacı hissediyorum.



Bundan 28 ay önce AİHM, tutukluluğumda hukuki gerekçelerin değil siyasi faktörlerin rol oynadığı hükmüne varmıştı. Bu tarihten sonraki gelişmeler, tahliye, beraat, aynı gün daha önce tahliye edilmiş olduğum suçtan yeniden tutuklama ve sonra yeniden tahliye ve yeni bir suçtan tutuklama, dava dosyalarını ayırma, sonra birleştirip tekrar ayırma ve bunları gerçekleştirmek için yasaları keyfi biçimde kullanma, yargı sürecinde Cumhurbaşkanı ve diğer siyasilerin suçlayıcı demeçleri, bu davayı siyasi etki altında tamamen deformasyona uğramış bir yargı vakası, tutukluluğumun sürdürülmesini de kamu yetkisi kötüye kullanılarak gerçekleştirilen hürriyetten yoksun bırakma eylemi haline getirmiştir.
2017 Kasım ayında aynı anda iki suçtan, Gezi olaylarını yönetmek ve organize etmek ile 15 Temmuz darbe girişimine katılmaktan tutuklanmıştım. Anlaşılan, benim üzerimden bu iki olay ilişkilendirilmek isteniyordu. Tutuklanmamdan sonra, iddianamenin hazırlanmasını beklediğim iki yıllık süre içinde böyle bir ilişki kurmaya yarayacak hiçbir şey bulunamadığından suçlamalar ve dosyalar ayrıştırıldı ve daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanacak olan Emniyet mensuplarının, medyada çıkan bazı yazılara dayandırdıkları hayali kurgu temelinde, aynı ekibin yaptığı hukuksuz telefon dinlemeleri kullanılarak Gezi iddianamesi hazırlandı. Delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmiş olmaları ve AİHM kararında da belirtildiği gibi, bu sözde delillerin herhangi bir yasadışı faaliyeti gösterir nitelikte olmamasından dolayı, Gezi davası beraatlerle sonuçlandı. Anlaşılan bu karar Cumhurbaşkanı’nın tepkisini çekince, tutukluluğumu devam ettirmek için, önce, re’sen tahliye edildiğim darbe girişimine katılma suçlamasıyla, sonra da aynı sözde deliller kullanılarak yasalara, yasalardaki tanımlara aykırı biçimde kurgulanan casusluk suçlamasıyla, tutuklandım. Her iki suçlamayı içeren komplo teorileriyle ve yanıltıcı beyanlarla doldurulmuş tuhaf bir iddianame hazırlandı.
Bu iddianameye göre ben uzun yıllar boyunca sanat kültür faaliyetleri kisvesi altında azınlıkları devlete karşı kışkırtmışım, bu faaliyetler aracılığıyla casusluk amacıyla toplumun sosyal, kültürel özellikleri ile ilgili önemli bilgiler temin etmişim. 15 Temmuz darbe girişimine de aktif olarak katılmışım, hukuka aykırı biçimde telefonlarımı dinleyip Gezi kalkışması kurgusunu hazırlayanlarla görüşmeler yapmışım. Darbeden sonra kurulacak hükümette yer alacak olanların koordinasyonu için de yurt dışı seyahatler gerçekleştirmişim. Bütün bu faaliyetlerde Henri Barkey ile sıkı bir işbirliği içinde çalışmışım, ancak çalışmalar çok profesyonelce yürütüldüğü için bu işbirliğini kanıtlayacak delil bulunamamış. Buna rağmen, Henri Barkey’in 10 Mart 2016 tarihinde Adana’ya gittiğinde benim aynı tarihte Fransa’da olmam gibi önemli bulgulara ulaşılmış.
Anlaşılan iddianameyi hazırlayan ne pahasına olursa olsun tutukluluğumu devam ettirmeyi amaçladığından, muhtemelen siyasi destek alacağını düşünerek, kendisini yasalarla kısıtlı hissetmemiş. Devlet kurumlarının işleyişi, nitelikleri, askeri ve siyasi bilgilerin temin edilmesi olarak bilinen casusluk suçunu toplumun sosyal ve kültürel özellikleri ile ilgili araştırma yapmayı kapsayacak şekilde genişletmiş, yani her türlü keyfi uygulama için kullanılabilecek bir suç türü icat etmiş. Önceki savunmalarımda, tutukluluğumu sürdürmek için yasalardaki tanımlara riayet edilmeden kurgulanan casusluk suçlamasının, Nazi Almanyası’nda ceza yasalarının içeriklerinden, varlık amaçlarından kopartılarak kullanılmasını akla getirdiğini ifade etmiştim.
Anladığımız kadarıyla Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tutukluluğumun devam etmesine yönelik uygulamaları incelemesi için AİHM’e başvurma kararından sonra davanın hızla hükme bağlanmasına karar verildi. Kanıtsız ve mantıksız olarak birleştirilen davalar ayrıştırıldı. Mütalaada görüldüğü gibi, artık ihtiyaç kalmadığı için tutukluluğumu uzatmak için icat edilmiş suçların, ipe sapa gelmez iddiaların yer aldığı ikinci iddianamenin kullanım süresi sona ermiş oldu.
İkinci iddianame sadece benim tutukluluğumu sürdürmek için hazırlanmıştı. Gezi iddianamesi de beni hedef alıyor, ancak daha önemli bir işlevi de var: George Soros’un ve benim içine yerleştirildiğimiz kurgu kullanılarak Gezi protestoları kriminalize edilmeye, bunlara katılan yüzbinlerce yurttaşımızın iradeleri itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.


Gezi protestolarının
Soros ve dış güçlerce hükümeti devirmek amaçlı bir kalkışma olarak planlandığı, iki yıl boyunca hazırlandıktan sonra sahneye konulduğu, benim bunun organizasyonunu gerçekleştirdiğim kurgusunun, daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanan KOM dairesi yöneticileri tarafından kaleme alınmış olduğunu iddianamenin ekindeki fezlekeden biliyoruz. İddianamedeki bir kalkışma olarak Gezi eylemlerini gerçekleştiren, yöneticisi olduğum gizli yapı kurgusu, Ergenekon iddianamesindeki birbirleriyle ilişkisi olmayan insanların gizli bir örgüt olarak hükümeti devirmeye yönelik faaliyet gösterdiklerine dair kurguya oldukça benziyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında yargı kullanılarak kişilerin tasfiye edilmesi amaçlanmıştı. Bunları düzenleyenler, hükümet üyelerini ve siyasetçileri, kurulan komplolara karşı kendileri tarafından korunduklarına ikna ettiler. Böylece sağladıkları siyasi destekle hukuk kurallarına aykırı faaliyetlerde bulunma ayrıcalığına sahip oldular. KOM dairesince kaleme alınmış Gezi protestoları ile ilgili kurgunun da aynı amaca hizmet etmek için hazırlanmış olduğu aşikardır. Ancak, Gezi protestoları öncesinde ve protestolar sırasında sosyal medya paylaşımları, toplantılar, gösteriler, basın açıklamaları herkesin gözü önünde gerçekleştiğinden, o dönemde bu komplo teorisi ikna edici bulunmamıştı, hükümet de bu kurguyu kullanma ihtiyacı duymadı.
Bu teorinin o dönemde revaçta olmadığının en bariz göstergesi Başbakan’ın 12 ve 14 Haziran 2013 tarihlerinde aktivistlerle, protestolara katılan grupların sözcüleri ile görüşme yapmış olmasıdır. İddia edildiği gibi, Gezi olayları iki yıl boyunca sosyal medya üzerinden paylaşılan mesajlar, kışkırtıcı tiyatro eserleri aracılığıyla yapılan bir hazırlık sonucu ortaya çıkmış olsaydı, bundan istihbarat teşkilatının haberi olurdu; herhalde Başbakan da kendisini devirme planına hizmet edenlerle görüşme yapmazdı. Kalkışmayı planladığı ve finanse ettiği iddia edilen George Soros’la iktidar çevresinden siyasetçilerin görüşmeleri de Gezi olaylarından sonra kesilmedi; Soros’un Kasım 2015 tarihinde ülkemize geldiğinde yetkililerle görüşme yaptığını biliyoruz.
Gezi protestolarının dış güçlerce sahneye konulmuş bir kalkışma olduğuna dair anlatı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümetin resmi görüşü haline geldi. Yeni deliller, bilgiler ortaya çıktığı için değil; bu kurgu yeni dönemin siyasi ortamına, dış güçlerin saldırıları ekseninde kurulan siyasi söyleme uygun olduğu ve Gezi protestolarını kriminalize etmeye hizmet ettiği için. Günümüzde de bazı protestolar, gösteriler Gezi örneği verilerek darbecilik ile ilişkilendiriliyor. Gezi iddianamesi bu kurguya uygun olarak hazırlandı. İddianame ve tutuklanmam, bu kurguya destek olmak için kullanıldı.
Manidar olan, Gülenci yapılaşmanın hazırladığı kurgunun ve aynı ekipten kişilerin hukuka aykırı olarak temin ettikleri telefon dinlemelerinin, FETÖ üyeliğinden suçlanan yargı mensuplarının tasfiyesinden sonra kullanılmış olmasıdır. Balyoz ve Ergenekon davalarında sahtecilik, yasaları siyasi amaçlar için kötüye kullanma yöntemleri ortaya çıkarıldıktan sonra, yargının bundan gerekli dersleri çıkarması ve hukuk normlarına riayet etmede eskisinden çok daha duyarlı hale gelmesi beklenirdi. Gelişme aksi yönde oldu, suimisal emsal haline geldi, siyasi amaçlar için yargıyı araç olarak kullanma anlayışı ve adaleti yanıltma yöntemleri tahkim edilerek sürdürüldü.



Önünüzdeki mütalaa Gezi iddianamesindeki kurguya sadık kalmış. Gezi protestolarının kolluk güçlerince bastırılan bir kalkışma olduğu anlatısına uygun düşmeyen olaylar hazırlanan mütalaaya dâhil edilmemiş. Bu nedenle, Başbakan ile yapılan toplantılara, 14 Haziran toplantısından sonra Taksim Dayanışma Platformu’nun yaptığı, eylemlerin artık sadece Taksim Dayanışma’nın çadırında sürdürüleceği, diğer çadırların, flamaların ve bayrakların indirileceğine dair duyurusuna yer verilmemiş. Bu duyurudan sonra flama ve bayrakların indirildiğinden, barikatların temizlendiğinden de söz edilmemiş. Bu bilgiler Hükümetin tutuklanmamla ilgili 7 Mart 2019 tarihinde AİHM’e yolladığı Mütalaası’nda kullanılan, bir devlet kuruluşu olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun 30 Ekim 2014 tarihli “Gezi Parkı Olayları Raporu”nda mevcut. Bu raporda ölümlere ve yaralanmalara yol açan kolluk güçlerinin müdahaleleri, biber gazı kullanımında görülen aşırılıklar ve kuralsızlıklar ayrıntılı biçimde anlatılmış:
Raporda “Kamuoyuna yansıyan birçok görüntüde, polisin, kaçan, işyerlerine sığınan, atılan gazlar nedeniyle rahatsızlanan göstericilere müdahaleye devam ettiği, başta biber gazı olmak üzere zor kullanma aralarının usulsüz kullanılması nedeniyle gösterilere barışçıl bir şekilde katılanların ve hatta gösterilerle ilgisi olmayan birçok insanın da yaralandığı” ifade edilmiş ve
“Bu çerçevede, toplumsal olaylara karşı güç kullanımının, gösterilen cebir, şiddet, karşı koyma veya saldırının derecesine göre kademeli şekilde artan nispette ve orantılı olması ilkelerine riayet edilmeksizin gerçekleştirilen müdahaleler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi ile koruma altına alınan ‘işkence ve kötü̈ muamele yasağının’ ihlali olarak değerlendirilebilir.”
“Gezi Olaylarında kitlenin biber gazına ve diğer zor kullanma araçlarına yoğun olarak maruz kılınması kolluk güçlerine yönelik öfkeye yol açmış, bu da şiddet olaylarını tetiklediği gibi eylemlerin sürekliliğine neden olmuştur” değerlendirilmesi yapılmıştır.
Mütalaada Gezi protestoları sırasındaki ölümlere, “birçok vatandaşımız yaşamını yitirdi” şeklinde tek bir cümleyle yer verilmiş. Protestolarda birçok vatandaşımız yaralandı ancak birçok değil birkaç yurttaşımız hayatını kaybetti. Bu birkaç yurttaşımızın kim olduklarını belirtmeye ve hayatlarını nasıl kaybettiklerini anlatmaya gerek duyulmaması ölümleri sıradanlaştırıyor, adeta mala verilen zararın uzantısı haline getiriyor.



Mütalaada anlatılmayan acı gerçek; Ethem Sarısülük’ün gösteri sırasında polis kurşunuyla, Abdullah Cömert ve Berkin Elvan’nın başlarına isabet eden gaz fişekleriyle, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Serdar Kalakal ve İrfan Tuna’nın yoğun biber gazına maruz kalmalarının etkisiyle ve Ali İsmail Korkmaz’ın polis memurlarının da karıştığı fiziki saldırı sonucu hayatlarını kaybettikleridir.
Kalkışma teorisine halel gelmesin diye güvenlik güçlerinin orantısız ve kural dışı gaz kullanımını, bunların yol açtığı ölümleri ve ağır yaralanmaları görmezlikten gelen bir Gezi olayları anlatısı, insan haklarına ve sakıncalı görülen insanların hayatlarına değer vermeyen bir anlayışı yansıtmaktadır. 4,5 yıldır benim özgür yaşama hakkımın gasp edilmesine yol açan yargısal eylemlerin yansıttığı gibi.
Gezi Olayları, pek çok ulusal ve uluslararası akademik çalışmaya da konu olmuştu. Önemli dergiler ve saygın yayınevleri tarafından yayınlanmış derlemelerde yer alan 35 kadar makaleyi inceleyip Mahkeme’ye sunmuştuk.
Makalelerin paylaştığı temel gözlem, Gezi Olayları’nın plansız ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıktığıdır.
Organizasyon biçimi açısından da bütün çalışmalarda vurgulanan nokta, eylemlerin, “yatay”, “bir merkeze bağlı olmayan”, “lidersiz” özellikte olmalarıdır.
Sonuç olarak, bugüne kadar yapılmış bilimsel nitelikli araştırma ve değerlendirmelerin hiçbirinde Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmeye yönelik önceden planlanmış ve yabancı güçlerin desteğiyle yürütülmüş olduklarına dair bir tez öne sürülmemiştir.



İçişleri Bakanlığı bilgilerine göre 80 ilde 3 milyonu aşkın kişinin katıldığı, 164’üne kanunsuz hale dönüştüğü gerekçesiyle müdahale edildiği, 5500 eylem/etkinliğin bir merkezden organize edilen bir kalkışma olduğu teorisi, siyasi amaçlara hizmet eden, hukuki ve mantıki temelden yoksun bir iddiadır. Benim bu eylemleri planladığım, organize ettiğim, yönettiğim; Gezi Parkı’na bir masa, bir hoparlör, poğaça ve eczaneden alınan ağız maskeleri götürerek kalkışmanın maddi ihtiyaçlarını karşılamış olduğum; iki kişiyle birkaç telefon görüşmesi yaparak aralarında siyasi partilerin de bulunduğu 70’e yakın kuruluşun oluşturduğu Taksim Dayanışması Platformu’nu yönlendirmiş olduğum da saçmalık düzeyinde bir iddiadır.
İddianamede ne örgüt yöneticisi olduğumla ilgili ne de planlanmış bir kalkışmadan haberim olduğuna dair hiçbir bulgu ortaya konmadığından, bu iddialar aşırı derecede gerçeklikten kopuk ve mantığa aykırı olduklarından, mütalaada, üzerime suç yamayabilme amacıyla yeni tanımlara yer verilmiş.
Benim protestoculara akıl hocalığı yaptığım iddia ediliyor. 30 yıldır sivil toplum kuruluşlarında çalışmış, barışı, insan haklarını, demokrasiyi savunan girişimlerde yer almış birisi olarak görüşlerimi kamuoyu ile de, tanıdığım sivil toplum aktivistleri ve siyasetçilerle de paylaşırım. Bu kapsamda, iddianamede de belirtildiği gibi, hükümet yetkilileri ile de bir toplantıya katıldım. Benim şiddet içeren, suç sayılan bir eylem biçimini önermem, insanları, kuruluşları buna teşvik etmem söz konusu olamaz. Zaten iddianamede de böyle bir bulgu mevcut değildir. Hukuksuz dinlemeler sonucu bana ait oldukları iddiasıyla iddianameye yerleştirilen sözlerden hiçbiri bu yönde bir niyeti yansıtmamaktadır.


İddianamede beni suçla ilişkilendiren, bu amaçla faaliyet gösteren bir örgüte destek verdiğimi gösteren herhangi bir bulgu ortaya konamadığından, başvurulan bir başka tanım da benim kalkışmanın “perde arkası organizatörü” olduğum. Ben Gezi Parkı’ndaki yapılaşma projesine açıkça karşı çıktım, bu projenin durdurulması için çaba gösterdim, kamuoyuna yönelik açıklamalara ve bu amaçla yapılan toplantılara katıldım. Çalışma ofisim Gezi Parkı’na bitişik konumda olduğu için çeşitli defalar orada bulunma ve birçoğu hiçbir örgütle ilişkisi olmayan gençleri gözlemleme fırsatı buldum. Barışçıl biçimde ve etik değerlere bağlı kalarak sürdürdükleri nöbeti, Gezi Parkı’na sahip çıkma duyarlılıklarını takdir ettim; kullanmaları için parka bir masa ve hoparlör götürdüm. Gezi Parkı’nda fidan ekme etkinliklerine de bizzat katıldım. Hiçbir faaliyetimi perde arkasına gizlemeye gerek duymadım. Hiçbir davranışım ve konuşmamda da gizli bir planı yürütmekte olduğuma dair bir işaret, bir ifade mevcut değildir.
Savunmamda da söylediğim gibi, hükümetlerin kamu yararına olmayan girişimlerinin engellenmesi için düzenlenen barışçıl protestoları, demokrasinin gereği, meşru sivil toplum faaliyetleri olarak görüyorum. Gezi Parkı, üzerinde taşınabilecek birkaç ağacın bulunduğu boş bir arsa değildir. Benim gibi bölgede yaşayan ya da çalışan binlerce İstanbullunun yararlandığı, önemli bir kamusal işlev gören, şehrimizin sosyal altyapısına katkı sağlayan çok değerli bir mekandır. Gezi Parkı’nın yok olmasına yol açacak olan yapılaşma projesi anti-demokratik biçimde dayatılan, kamu çıkarlarına aykırı bir girişimdi. Oldubittiye getirilerek parkın tahrip edilmesinin engellenmesi, İdari Mahkeme’nin bu projeyi iptal etmesi ve yapılaşmanın durdurulması kamu yararına olmuştur. Hükümetin Irak işgalini kolaylaştırmak için topraklarımızı ve limanlarımızı işgal güçlerinin kullanımına açma yönünde yasal düzenlemelerine karşı protestoların yapılması ve bu girişimin engellenmesi örneğinde olduğu gibi.
Gezi protestolarının George Soros tarafından finanse edilmiş olduğu iddiası, protestolara katılanların eylemlerini itibarsızlaştırmayı amaçlayan, kötü niyetle hazırlanmış bir kurgudur. Bunun gerçek olmadığını sadece protestolara katılan yurttaşlarımız değil, MASAK sorumluları, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür’ün hesap hareketlerini incelemiş olan denetimciler de gayet iyi bilmektedirler. Bu iddianın, araştırma sonucu ulaşılmış herhangi bir bulguya, delile değil, Soros’un Arap Baharı’nın arkasındaki yabancı odak olduğu algısına dayandırıldığı Gezi iddianamesinde açıkça belirtilmiştir.
İddianamenin başlangıcında, “Mısır, Tunus, Yemen gibi ülkelerde görülen, Arap Baharı olarak adlandırılan hareketlerde”; “bu ülkelerde yaşanan halk ayaklanmalarında George Soros’un önemli bir aktör olduğu, bu devrim süreçlerine çok büyük finansal destek sağladığı”nın basına yansıdığı belirtilmiş. İddianamede; “bu süreçlerle Gezi kalkışması sürecinin birebir örtüşmesi” ve “sosyal medyada aynı slogan ve imgelerin kullanılmış olması”ndan dolayı, “George Soros’un, ayaklanmaların yaşandığı diğer ülkelerde olduğu gibi Gezi kalkışması sürecinde de etkin olduğunun anlaşıldığı” ifade edilmiş.

Ben savunmamda Soros’un Gezi protestolarına kaynak aktarmış olduğuna dayanak olarak kullanılan bu iddiaların da gerçeğe de mantığa da ters düştüğünü, Mısır’da ve Tunus’ta sosyal hareketlerin Müslüman Kardeşler örgütü ve paralel çizgide örgütlerin liderliğinde gerçekleştirilmiş olduğunu belirtmiştim.

İddianamede anlatılanlar da bu kurguyla bağdaşmıyor. Benim Gezi protestolarını organize etmiş olduğuma deli olarak bir televizyon / internet yayını kurmak için çalışmalarda bulunduğum anlatılmış. İddianameye göre bu yayının işlevi Gezi kalkışmasını gündemde tutmak ve yeni kalkışmaların gündem olmasını sağlamak olacak. Bu girişime kaynak sağlamak için çeşitli kişi ve kuruluşlarla temasa geçtiğim, Soros ile de irtibat kurmayı planladığım iddia ediliyor. Kalkışma için bu kadar önemli bir işlevi olan yayın projesi, iki yıldır kalkışmayı planlamış ve finanse etmiş olduğu iddia edilen Soros tarafından acaba neden daha önce desteklenmemiş? Aynı soruyu gene benim aleyhime delil olarak kullanılan, gerçekleştirilmemiş Gezi ile ilgili film projesi için de, protestoculara maske ve malzeme temini için kaynak arayışında bulunduğum iddiası için de yöneltebiliriz.
Daha önceki beyanlarımda da ifade ettiğim gibi, benim, kurulduğundan beri yasalara uygun biçimde faaliyet göstermiş olan Açık Toplum Vakfı’nda, diğer yönetim kurulu üyelerinden farklı bir konumum, yetkim olmadı. George Soros’un Türkiye ziyaretlerinde bütün yönetim kurulu üyeleriyle yaptığı Vakfın çalışmalarının değerlendirildiği toplantılar dışında Soros’la özel bir irtibatım da olmadı.
Benim dışımda Açık Toplum Vakfı’nın hiçbir Yönetim Kurulu üyesinin ifadesine başvurulmamış olması, George Soros’un da suçlananlar arasında olmaması, Soros’un benim üzerimden Gezi protestolarını organize ettiği, kaynak aktardığı kurgusuna, bunu yazanların da inanmadığını göstermektedir.
Yargı sürecinin hiçbir aşamasında benim de savcılık tarafından sorgulanmamış olduğumu hatırlatmak isterim. Hükümeti devirmek için planlanıp sahneye konduğu iddia edilen Gezi olaylarında, 15 Temmuz darbe girişiminde, bu kadar önemli roller oynadığına inanılan birisinin sorgulanmaması, faaliyetleri, işbirliği yaptığı kişiler hakkında bilgi temin etmek için bir çabaya girilmemiş olması savcılık mesleğinin doğasına aykırıdır, ciddi bir görev ihmalidir. Ancak, iddianamede kullanılacak kurgu zaten önceden hazırlanmışsa, sorgulama yapılmamasının tercih edilmesi anlaşılır. Zira sorgulamada ortaya çıkacak bilgiler bu kurgu için komplikasyonlara neden olabilir.
Mütalaada Açık Toplum Enstitüsü ve bileşenlerinin amacının dünya üzerindeki farklı kültürleri yozlaştırarak kendilerinin kontrol altında tutabildikleri evrensel kültüre sahip topluluklar yetiştirmek olduğu, bu sayede avuçlarının içinde tuttukları kapital sistemi kendi çıkarları doğrultusunda devam ettirecek evrensel bir tüketim topluluğu oluşturabilecekleri ve bu amaçla fonladıkları sivil toplum örgütlerini kullandıkları yazılmış.
Bu değerlendirme bir araştırmayla desteklenmemiş, bilimselliği kabul edilen akademik bir çalışma da kaynak gösterilmemiş. Bu nedenle hukuki metinlerde kullanılabilecek bir açıklama niteliğine sahip değil, doğrudan yazanın inançlarını yansıtıyor. Oldukça küçük bir topluluğun dünya kapitalist sistemini kontrol ettiği, evrensel kültürü yayarak farklı kültürleri yozlaştırdığı, bu sayede dünya üzerinde bir hakimiyet sağladığı görüşü, bazı çevrelerde kullanılan, kozmopolit kültüre sahip olan Yahudilerin dünya üzerinde hakimiyet kurmak için gizli bir plan yürüttüklerine dair tezleri akla getiriyor. Bu ideolojik yargının Gezi protestolarıyla ilgili kullanılması, gerçekleri tahrif etmeye ve yaşanan olayların nesnel biçimde değerlendirilmesini engellemeye hizmet ediyor. Yediden yetmişe her sınıftan insanın; gençlerin, öğrencilerin yanı sıra sokakta çalışanların, ayakkabı boyayan çocukların, apartman görevlisi yoksul insanların ve ailelerinin, Suriyeli göçmenlerin, aşağılanmadan, rahatsız edilmeden ziyaret edecekleri, dinlenecekleri, sohbet edecekleri bir park mı, yoksa parası olmayanların giremeyeceği, yerli ve yabancı markaların pazarlandığı bir alışveriş merkezi mi insanları tüketim dürtüsünün kıskacına sokar?
Halka ait bir parkı korumak için mücadele etmek mi, yoksa burasını ortadan kaldırarak ticari projeler dayatmak mı, tüketim toplumu yaratmaya, sermayenin insan hayatı üzerinde egemenlik kurmasına hizmet eder?
Mütalaada, hukuk normlarına göre hazırlanmış, somut olayların dürüstçe yapılmış nesnel değerlendirilmesini değil, siyasi aktörlerin söylemlerini yansıtan Gezi olayları kurgusunun tekrarlandığını ve ilavi ideolojik saptamalarla tahkim edilmiş olduğunu görüyoruz.
Bu kurgu bir süreliğine adaleti yanıltmak için kullanışlı olabilir. Ancak bu durumun uzun sürmeyeceğine, kamuoyunun da bu kurguya ve burada bulunanların suçlu olduklarına ikna edilmesinin mümkün olmayacağına inanıyorum.
Hayatımın dört buçuk yılını kaybettikten sonra teselli bulabileceğim şey, yaşadıklarımın yargıdaki sorunlarla yüzleşilmesine katkıda bulunması ve benden sonra yargı karşısına çıkacak olanların daha adil bir muamele görmeleri ihtimalidir.









***
@Y_Ergundogan





___________________________________________________________________


Çetin Altan'dan bir 23 Nisan yazısı: “Eğlenin yavrularım, eğlenin” (23 Nisan 1968)

ÇETİN ALTAN'dan bir 23 Nisan yazısı...



23 Nisan 1968’de
Akşam gazetesinde Çetin Altan’ın kaleme aldığı “Eğlenin yavrularım, eğlenin” başlıklı yazı daha sonra Çetin Altan’ın kendi sesinden plak olarak da yayınlandı.

Aşkın Plak tarafından yayınlanan plağın ön yüzünde Vietnam savaşı ve savaşan çocuk askerleri konu edinen “Ağıt”, arka yüzünde de “Eğlenin Yavrularım” makalesi yer aldı.

Çetin Altan’ın 1968’de yazdığı ve hâlâ eskimeyen bu yazısına Nâzım Hikmet’in “Kerem Gibi” adlı şiiri de eşlik ediyor...

Yazı hakkında hemen dava da açıldı tabii.


Çetin Altan'ın "Eğlenin yavrularım. eğlenin" başlıklı 23 Nisan 1968 tarihli makalesinin biraz  kısaltılmış hali şöyle:

Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının kırksekizinci yıldönümü. Bugün Egemenlik ve Çocuk Bayramı.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz. (…)

O kadar özgür ve mutlusunuz ki, kazara aklınıza vatanımızda dalgalanan çok yıldızlı bir yabancı bayrağına bakarak kuşku girerse, savcı yapışabilir yakanıza:

‘Niye düştünüz bu kuşkuya?’ diye.

Ve şâyet küçücük çıplak ayaklarınızla koskoca İstanbul şehrinde yatacak bir yer bulamıyor da, kapı diplerinde kıvrılıyorsanız, yüreğiniz hiç kararmasın, 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı sizler içindir.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz.

On yaşına kadar bin tanenizden dörtyüz ellinizi mezarlıklara mı götürüyorlar? Büyük kentlerin gecelerinde, dar ve karanlık sokaklarda sizi on liraya satanlar mı var? Köylerde okulsuz, bakımsız ve pabuçsuz; inekleri mi güdüyorsunuz?

Aman sakın… Savcı çok kızar bu sözlere. Egemen ve özgür olduğunuzu inkâr sayılır bu: sınıfı sınıfa düşürmek, hükümetin manevi kişiliği, milletin bütünlüğü, demokrasiye karşı çıkmak, milli çıkarlara aykırı hareket ve daha türlü türlü maddelerle bir gece yarısı alınıp cellâtlara verilirsiniz.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz.

Savcılar, polisler, zindancılar, jandarmalar ‘Egemen ve özgür değiliz’ demeye çok kızarlar. Hele küçücük boyunuz, daracık göğsünüz, sıska vücudunuz ve yırtık pantolonunuzla araba vapuru iskelelerinde otomobil camı silerken, gözünüz arabanın içindeki temiz giyimli, şık ayakkabılı, taranmış saçlı çocuklara kayarsa, içinizi çekmeyin. Bir iç çekiş sosyalistlik, iki iç çekiş komünistlik, üç iç çekiş anarşistlik, dört iç çekiş ihtilal, özgürlüğe ve egemenliğe karşı çıkmak, Rus casusu olmak, Pekin’e satılmaktır. Sonra sizlere, fakirlikte eşitlik arıyor derler, demokrasi düşmanı derler. Milli değilsiniz derler. İçinizi çekmeden silin arabaların camlarını. Ellerinin tersiyle, sinek kovar gibi sizleri kovanlara, özgürlük ve egemenlik aşkına neşeli gülücükler yapınız. Ezilip, horlanıp, sürünmek şanıdır demokrasimizde yaşayan fukara çocuklarının. Bu şandan sizleri tutamaksız bırakanları mahrum etmeyiniz.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz.

Babanız, on liraya harç mı çekiyor bir inşaatta, köyde ağa yanaşması olarak mı çalışıyor boğaz tokluğuna, gazete mi dağıtıyor sabahın kör karanlığında? Bir de babalarınızın harç çektiği binaların yükselişine bakınız, ağaların ton ton pamuk balyalarına ve gazetelerin büyük rotatiflerine. Onların içinde ve gölgesinde yaşayan çocuklar sizlerin kardeşlerinizdir. Özgürlük ve egemenlikte eşitsiniz onlarla, hele şehitlik pâyesi en çok sizler içindir.

Eğlenin yavrularım, eğlenin, gülün, oynayın, koşun, bağırın, egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz.


Eğlenin Yavrularım (Video) 






***
@Y_Ergundogan



_______________________________________________________

21 Nisan 2022 Perşembe

Hiçbir şey yapmamanın bahaneleri: "Peki ya..?’cılık " ve Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşı...



Hiçbir şey yapmamanın bahaneleri: "Peki ya..?’cılık " ve Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşı...


Jörg Heiser


Bugünlerde Batı'daki birçok insanın Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline sadece kimlik-siyaset siperlerindeki olağan konumlarından bakması dikkat çekicidir. Sanki Rusya'nın Ukrayna'ya karşı yürüttüğü bu saldırı (hatta imha) savaşının sonucunda prensipte hiçbir şey değişmemiş gibi. Burada "kimlik politikası" terimini olumsuz bir çağrışımla kullanmıyorum: Çünkü Nazilere ve azınlıkların haklarına ya da fosil yakıt endüstrisine karşı ve iklimin korunması için ayağa kalkmak kimlik oluşturucu ve aynı zamanda politik olarak meşru görünüyor. Fakat "siper" savaş metaforu yine de uygundur, çünkü kişinin yerleşik olduğunu, görüş alanının büyük ölçüde kısıtlandığını, ancak yine de karşıtlarına saldırdığını gösterir.
Anti-emperyalist, anti-sömürgeci görüşlere sahip birçok kişi sosyal medyada "... peki ya Yemen?!" (Suudi Arabistan ve İran arasında devam eden acımasız vekalet savaşına atıfta bulunarak) diye soruyor; Yeşil Alman ekonomi bakanı Robert Habeck, Körfez'deki otoriter rejimlerden sıvılaştırılmış doğal gaz satın aldığında çevreciler öfkeleniyor; ve anti-faşistler, 2014 yılında sağcı radikaller tarafından kurulan Ukrayna ordusunun Azak taburuna işaret ediyor.


Bunlar sadece üç örnektir, ancak özellikle çok önemli olanlardır: çünkü burada emperyalizm ve sömürgecilik ile bunların neden olduğu vekalet savaşları ve milyonlarca insanın göçü de dahil olmak üzere, sonuçlarıyla karşı karşıyayız; iklim felaketinin insanlığa yönelik tehdidi; ve son yıllarda aşırı sağcı siyasi oyuncuların dünya çapında güçlenmesi de bunlar arasında. Ukrayna'ya karşı savaşın yeni niteliğini gözden kaçırmamak istiyorsak, bu perspektifleri genişletmek daha da önemlidir: özellikle de Bucha katliamı gibi zaten bilinen savaş suçları ve vahşetler göz önüne alındığında. Başka bir deyişle, kendilerini ilerici olarak görenlerin siyasi çerçevesi, kendi çelişkilerine kapılmamak ya da daha da kötüsü: mevcut durumun talepleri karşısında tarihsel olarak ve utanç verici bir şekilde başarısız olmak için bir miktar yeniden ayara ihtiyaç duyabilir. Çünkü
Holokost'tan kurtulan yazar Eli Wiesel'in bir zamanlar söylediği gibi (bugünlerde sosyal medyada sıkça alıntılanan sözlerle): "Taraf tutmalıyız. Tarafsızlık zalime yardım eder, kurbana değil. Sessizlik işkenceciyi cesaretlendirir, asla işkence görenleri değil." Ve bu, yukarıdaki bakış açıları bugün açıkça yeniden üretildiğinde dehşet verici bir şüphedir: bazıları taraf tutmaktan kaçınıyor.
Bu, öne sürülen argümanların basitçe "peki ya ...?" suçlamasıyla geçersiz kılındığı anlamına gelmez. Bu, bugünlerde siyasi tartışmalarda, ister fiziksel alanda ister sosyal medya alanında olsun, iyi bilinen bir olgudur: birisi bir şeyi teşvik eder veya protesto eder ve bir başkası gelir ve kınayıcı karşı soruyu sorarak bunu tek taraflı, haksız ve hatta ayrımcı olarak geçersiz kılmak ister: "Peki ya ...?" İzleyen, tarihsel veya güncel, iddia edilen veya gerçekte benzer olan başka bir şeye yapılan bir referanstır. Bunun anlamı açıktır: çifte standart olduğu, eleştirilen kişinin daha önce zımnen veya örtbas edici davrandığı ve bu nedenle şimdi gayri meşru olduğu. Bu itirazlarda genellikle bir hakikat payı vardır. Fakat aynı zamanda, kınayıcı karşı-soru, hiçbir şey yapmamayı ve pasif kalmayı meşrulaştırmaya hizmet etme tehlikesiyle de karşı karşıyadır. Bu, bir saldırı savaşından imha savaşına dönüşmüş bir savaş göz önüne alındığında ölümcüldür; diktatörce yönetilen bir nükleer güç tarafından egemen, demokratik komşu bir devlete karşı yürütülen bir savaş. Bu, "peki ya...?"yı basitçe reddetmemeyi ve tartışma açısından ele alınmadan bırakmamayı daha da önemli hale getirir. Daha ziyade, neredeyse her zaman ima ettiği çifte standart suçlamasını ciddi bir şekilde incelemek gerekir. Ve bunu yapmanın en iyi yolu genellikle işleri bilenleri dinlemektir.
Örneğin, yakın zamanda Çarlık Rusyası'nın ve Sovyetler Birliği'nin emperyalizmi ve sömürgeciliği hakkındaki bazı kilit noktaları geniş çapta takip edilen bir Twitter başlığında özetleyen ABD'li Rusya ve Sovyetler Birliği tarihçisi Kimberly St. Julian-Varnon'u ele alalım. Bunu niçin yaptığı açıktı: çünkü emperyalizm kavramının ancak Batılı güçlere atıfta bulunarak kullanılabileceği görüşüyle -örtülü ya da açık olarak- zaman zaman karşılaşmıştı. Sibirya’da, Rus yerleşimci sömürgeciliğinin, yerli nüfusu yerinden etmek amacıyla on altıncı yüzyılın başlarında başladığını belirtiyor; on dokuzuncu yüzyılda Rusya, Kafkasya'yı, örneğin Çerkeslerin soykırımcı etnik temizliği de dahil olmak üzere bir dizi kanlı savaşla istila etti; ve Çarlık döneminde, Ukrayna dili büyük ölçüde bastırıldı ve okullar ve gazeteler kapatıldı. St. Julian-Varnon, Çarlık imparatorluğunun yayılma stratejisinin emperyal sömürgeciliğin tüm özelliklerine sahip olduğunu belirtiyor: şiddetle uygulanan bir yerleşim politikası, azınlık dillerinin ve inançlarının bastırılması, sürgünler, fethedilen topraklardaki hammaddelerin kitlesel sömürüsü ve çıkarılması. Rusya'nın Afrika'nın sömürgeci bölünmesine katılmamasının tek nedeni, zaten büyük bir sömürge imparatorluğuna sahip olmasıydı. St. Julian-Varnon'a göre, kanıtlanmış ve apaçık olanı görmezden gelenler ya da gizleyenler, milyonlarca ve milyonlarca insanın ezilme tarihini yadsımaktadırlar.
Burada, çifte standardın, Ukrayna'nın dünya kamuoyunun dikkatinde haksız yere "kayrılması" değil, tam tersine birçoğunun bu savaşın saldırgan sömürgeci karakterine kör kalması olduğu açıkça ortaya çıkıyor.


Kiev'deki ünlü
Görsel Kültür Araştırma Merkezi'ni yöneten teorisyen ve küratör Vasyl Cherepanyn, bir Zoom röportajında, bazı mültecilerin ayrımcı bir şekilde önceliklendirilmesinin Batı'nın kendi sorunu ve ayrıcalığı olduğunu söylüyor. O, Batı'nın mültecileri kabul etmeye şu anki hazır tutumunda, Batılı ülkelerin, Hannah Arendt'in sözleriyle, nihayet mülteciler yerine artık "yeni gelenlerden" bahsetmeye başlayabileceği anlamında, "tüm mülteci durumunu değiştirme şansının" da yattığında ısrar ediyor. Başka bir deyişle, yeni bir başlangıç yapan, kendi kaderini tayin etmesine ve aktörlük etmesine izin verilen ve sadece yardıma ihtiyacı olan pasif insanlar olarak görülmeyen insanlar.
Cherepanyn ayrıca, Ukrayna'nın Rus saldırısına karşı durmak için önemli bir askeri desteğe ihtiyacı olduğunun kabul edilmemesi durumunda tüm dayanışma ve yardım çağrılarının boşuna olacağına işaret ediyor. Mayıs 2021'de, Robert Habeck hala Alman Yeşiller Partisi'nin eş lideriyken (bugün Almanya'nın şansölye yardımcısı), Kiev'de Cumhurbaşkanı Zelenski'yle yaptığı ziyaretin ardından Ukrayna ordusuna savunma silahları verilmesini talep etti. Bu, özellikle kendi partisinden sert eleştirilerle karşılandı ve sadece gece görüş gözlükleri ve mayın temizleme ekipmanlarını kastettiğini belirtmek zorunda kaldı.
Şu anda da Yeşiller Partisi'nin çekirdek seçmenleri için kabul edilebilir olmaktan uzak şeyler yapmak zorunda kalıyor. Örneğin, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Almanya'ya kademeli olarak Rus gazı yerine sıvılaştırılmış doğal gaz tedarik etmek üzere anlaşmalar yaptı. Bu elbette yorumcuların küçümsemesiyle karşılaştı: Habeck'in Katar sanayi bakanıyla el sıkışması ve selamlaşırken kibarca eğilmesi, doğal olarak, kölece homurdanma olarak yorumlandı; peki ya Körfez ülkelerinin işlediği insan hakları ihlalleri? Örtük çifte standart suçlaması saçma hale geliyor: Hem Rusya'ya karşı ambargo talep edemezsiniz hem de aynı zamanda sanayileşmiş bir ülkenin bir gecede tamamen yenilenebilir enerjiye geçememesine şaşırırsınız.


Peki ya...?
ile ortaya çıkan model, bir koz çekmek ve ahlaki başarısızlığı diğer tarafa atfetmek anlamına gelir. Suçlayana anında memnuniyet sağlar, o zaman ucuz reel politik ikilemlerden uzak durabilir. Bugünkü Rus saldırganlık ve imha savaşı karşısında, yalnızca 2003'te Irak'a yönelik Amerikan işgalinin aynı zamanda yasadışı bir saldırı savaşı olduğuna işaret etmekle yetinen herkes, bir adaletsizliği diğeriyle mazur görme riskiyle karşı karşıyadır (Putin hükümetinin tartışmacı stratejisini tekrarlamak durumundadır). Yine de mevcut karşı önlemler, tam da tarihsel örnekler nedeniyle daha acil olarak ele alınmalıdır. Ve onlarca yıldır yanlış yönlendirilen bir enerji politikasını birkaç hafta içinde nasıl değiştireceğini düşünmek zorunda kalmayan herkes, Körfez'den gaz satın almak zorunda kalan yeşil ekonomi bakanıyla alay etmekten kaçınmalıdır.
Bu acımasız savaşın gerçekliğine yönelik "peki ya ...?" yaklaşımının üçüncü, kötü şöhretli bir örneği, kökenleri, Rusya'nın Kırım'ı ilhak ettiği ve Donbass'ta savaşın başladığı 2014 yılında sağcı radikaller tarafından oluşturulan gönüllü bir tabura dayanan Ukrayna ordusunun Azak alayını gündeme getirmektir. Rus propagandası da, bugünkü savaşın Ukrayna'nın "Nazilerden arındırılması" ile ilgili olduğunu iddia ettiğinde sık sık Azak alayına atıfta bulunuyor.
Haftalık Die Zeit için yazan ve 2014'te Donbass'taki olaylar hakkında haber yapan Alman gazeteci Alice Bota, gönüllü milislerin herhangi bir demokratik devlet için bir sorun olduğuna dikkat çekiyor, özellikle de bu devlet güç kullanımı üzerindeki tekelini korumak istiyorsa; ve Azak'ta gerçekten Nazilerin olduğunu doğruluyor – "Bunu küçümsemenin bir anlamı yok" diye yazıyor. Son yıllarda, sağcı Ukraynalı radikaller Romanlara ve queer insanlara karşı çok sayıda nefret suçu işlediler.
Ancak Bota, tarihçi Timothy Snyder'ın uygun bir şekilde "şizo-faşizm" olarak adlandırdığı şeyin bayrağı altında sayısız Rus savaş suçunun gerçekleştiği şu anda Azak hakkında bu kadar çok konuşmanın garip olduğunu da söylüyor. Şizo faşizm ile kastettiği, etnik vizyonuna açıkça karşı çıkmaya cesaret eden herkesi sürekli faşistlikle suçlayan, kendi topraklarındaki muhaliflerini hapseden veya öldüren ve Ukrayna gibi komşu bir ülkeye karşı tam bir savaş yürüten Rus-etnik faşizmi.

Bota, Azak hakkında konuşmanın "dikkat dağıtıcı ... belki de bir tür vicdan rahatlaması olduğu söylüyor... “Ve böylece yatışır: ah, savaş karmaşıktır. Oh, bir şekilde her iki taraf da suçlu."
Bu her iki taraflılık kalıbı, önemsizleştirme ve kendini rahatlatma için uygun olduğu için tekrar tekrar ortaya çıkar. Ukrayna'nın işgalinden bu yana özellikle yaygın, bir varyant: "Her iki taraftaki Naziler."


Geriye ne kaldı? Bu savaş bağlamında görece basit birkaç gerçeği belirtme ihtiyacı. Birincisi, kanıtlar, Putin'in savaşının, uzun zamandır planlanmış ve emperyalist bir gündemle imha olmasa bile, canice bir saldırı savaşı olduğudur. Bu nedenle, sert ekonomik yaptırımlar ve Ukrayna'ya silah sevk edilmesi de dahil olmak üzere aktif dayanışma, bu imhaya direnenlere, yani Ukraynalılara gösterilmelidir. İkincisi, tarihsel ve günümüzdeki karşılaştırmalar, bu dayanışmayı baltalamaya çalışıyorlarsa gayri meşrudur; mevcut durumun aciliyetini anlamaya yardımcı olurlarsa meşrudurlar.
Üçüncüsü, mültecilere yardım etmek gerekiyor. Vasyl Cherepanyn, Avrupa'nın Ukrayna'daki çatışmalardan kaçan mültecilere yönelik seçici ve ayrımcı muamelesini kınarken haklı. Almanya'da bazı gazeteciler "Hıristiyanlığın etkisindeki kültürel alanda" Ukraynalılara daha fazla yakınlık olduğunu mırıldanıyor ya da tüm ciddiyetiyle şöyle yazıyorlar: "Bu sefer onlar gerçek mülteciler." Geçmişte Arapça konuşulan ülkelerden mülteci kabul etmeyi reddeden Polonya, şimdi Ukraynalıların yardımına koşuyor. Mültecilerin ırkçı kalıplara göre kategorize edilmesine son verilmelidir (Ukrayna'dan gelen renkli mültecilerin reddedilmesi veya ikinci sınıf mülteci muamelesi görmesi gibi). Ukraynalıların kötü durumunun istismar edilmesine de izin verilmemelidir – Alman et tekeli Tönnies'in mültecileri doğrudan sınırdan skandallarla dolu mezbahalarına yönlendirmeye çalıştığı veya polisçe bilinen cinsel suçluların Ukraynalı kadınlara ve çocuklara uyuyabilecekleri yerler sunduğu durumlar gibi.
Akdeniz'de binlerce mültecinin ölümüne yol açan yasadışı geri itmeler devam ederken, mültecilerin hala Yunanistan'daki insanlık dışı kamplara tıkılması Avrupa için utanç vericidir. Bununla birlikte, Ukraynalıların şu anda Avrupa ülkelerinde Afgan mültecilere kıyasla sahip oldukları avantajlar, örneğin, onları yardımdan mahrum bırakmak için bir argüman olarak kullanılmamalıdır. Aksine, bunlar Avrupa ülkelerinin genel olarak daha insancıl bir mülteci politikası uygulaması için nedenler haline gelmelidir. Adaletsizlik, adaletsizliğe karşı konmamalıdır – hele kişinin kendi eylemsizliğini meşrulaştırması için hiç!



İsviçre'li yazar Jörg Heiser'in, 20 Nisan 2022'de e-flux notes 'da yayınlanan makalesi. (Çeviri: Zülfü Dicleli)



* * *




#YalçınErgündoğan
@Y_Ergundogan





_________________________________________________________________________

İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli...

  İZMİR'de ilk gösterim: Doğum gününde "Ahmed Arif'in Hasreti" belgeseli... ✓ 21 Nisan Pazar günü yine Kültürpark'ın ...