Hiçbir şey yapmamanın bahaneleri: "Peki ya..?’cılık " ve Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşı...
Jörg Heiser
Bugünlerde Batı'daki birçok insanın Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline sadece kimlik-siyaset siperlerindeki olağan konumlarından bakması dikkat çekicidir. Sanki Rusya'nın Ukrayna'ya karşı yürüttüğü bu saldırı (hatta imha) savaşının sonucunda prensipte hiçbir şey değişmemiş gibi. Burada "kimlik politikası" terimini olumsuz bir çağrışımla kullanmıyorum: Çünkü Nazilere ve azınlıkların haklarına ya da fosil yakıt endüstrisine karşı ve iklimin korunması için ayağa kalkmak kimlik oluşturucu ve aynı zamanda politik olarak meşru görünüyor. Fakat "siper" savaş metaforu yine de uygundur, çünkü kişinin yerleşik olduğunu, görüş alanının büyük ölçüde kısıtlandığını, ancak yine de karşıtlarına saldırdığını gösterir.
Anti-emperyalist, anti-sömürgeci görüşlere sahip birçok kişi sosyal medyada "... peki ya Yemen?!" (Suudi Arabistan ve İran arasında devam eden acımasız vekalet savaşına atıfta bulunarak) diye soruyor; Yeşil Alman ekonomi bakanı Robert Habeck, Körfez'deki otoriter rejimlerden sıvılaştırılmış doğal gaz satın aldığında çevreciler öfkeleniyor; ve anti-faşistler, 2014 yılında sağcı radikaller tarafından kurulan Ukrayna ordusunun Azak taburuna işaret ediyor.
Bu, öne sürülen argümanların basitçe "peki ya ...?" suçlamasıyla geçersiz kılındığı anlamına gelmez. Bu, bugünlerde siyasi tartışmalarda, ister fiziksel alanda ister sosyal medya alanında olsun, iyi bilinen bir olgudur: birisi bir şeyi teşvik eder veya protesto eder ve bir başkası gelir ve kınayıcı karşı soruyu sorarak bunu tek taraflı, haksız ve hatta ayrımcı olarak geçersiz kılmak ister: "Peki ya ...?" İzleyen, tarihsel veya güncel, iddia edilen veya gerçekte benzer olan başka bir şeye yapılan bir referanstır. Bunun anlamı açıktır: çifte standart olduğu, eleştirilen kişinin daha önce zımnen veya örtbas edici davrandığı ve bu nedenle şimdi gayri meşru olduğu. Bu itirazlarda genellikle bir hakikat payı vardır. Fakat aynı zamanda, kınayıcı karşı-soru, hiçbir şey yapmamayı ve pasif kalmayı meşrulaştırmaya hizmet etme tehlikesiyle de karşı karşıyadır. Bu, bir saldırı savaşından imha savaşına dönüşmüş bir savaş göz önüne alındığında ölümcüldür; diktatörce yönetilen bir nükleer güç tarafından egemen, demokratik komşu bir devlete karşı yürütülen bir savaş. Bu, "peki ya...?"yı basitçe reddetmemeyi ve tartışma açısından ele alınmadan bırakmamayı daha da önemli hale getirir. Daha ziyade, neredeyse her zaman ima ettiği çifte standart suçlamasını ciddi bir şekilde incelemek gerekir. Ve bunu yapmanın en iyi yolu genellikle işleri bilenleri dinlemektir.
Örneğin, yakın zamanda Çarlık Rusyası'nın ve Sovyetler Birliği'nin emperyalizmi ve sömürgeciliği hakkındaki bazı kilit noktaları geniş çapta takip edilen bir Twitter başlığında özetleyen ABD'li Rusya ve Sovyetler Birliği tarihçisi Kimberly St. Julian-Varnon'u ele alalım. Bunu niçin yaptığı açıktı: çünkü emperyalizm kavramının ancak Batılı güçlere atıfta bulunarak kullanılabileceği görüşüyle -örtülü ya da açık olarak- zaman zaman karşılaşmıştı. Sibirya’da, Rus yerleşimci sömürgeciliğinin, yerli nüfusu yerinden etmek amacıyla on altıncı yüzyılın başlarında başladığını belirtiyor; on dokuzuncu yüzyılda Rusya, Kafkasya'yı, örneğin Çerkeslerin soykırımcı etnik temizliği de dahil olmak üzere bir dizi kanlı savaşla istila etti; ve Çarlık döneminde, Ukrayna dili büyük ölçüde bastırıldı ve okullar ve gazeteler kapatıldı. St. Julian-Varnon, Çarlık imparatorluğunun yayılma stratejisinin emperyal sömürgeciliğin tüm özelliklerine sahip olduğunu belirtiyor: şiddetle uygulanan bir yerleşim politikası, azınlık dillerinin ve inançlarının bastırılması, sürgünler, fethedilen topraklardaki hammaddelerin kitlesel sömürüsü ve çıkarılması. Rusya'nın Afrika'nın sömürgeci bölünmesine katılmamasının tek nedeni, zaten büyük bir sömürge imparatorluğuna sahip olmasıydı. St. Julian-Varnon'a göre, kanıtlanmış ve apaçık olanı görmezden gelenler ya da gizleyenler, milyonlarca ve milyonlarca insanın ezilme tarihini yadsımaktadırlar.
Burada, çifte standardın, Ukrayna'nın dünya kamuoyunun dikkatinde haksız yere "kayrılması" değil, tam tersine birçoğunun bu savaşın saldırgan sömürgeci karakterine kör kalması olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
Cherepanyn ayrıca, Ukrayna'nın Rus saldırısına karşı durmak için önemli bir askeri desteğe ihtiyacı olduğunun kabul edilmemesi durumunda tüm dayanışma ve yardım çağrılarının boşuna olacağına işaret ediyor. Mayıs 2021'de, Robert Habeck hala Alman Yeşiller Partisi'nin eş lideriyken (bugün Almanya'nın şansölye yardımcısı), Kiev'de Cumhurbaşkanı Zelenski'yle yaptığı ziyaretin ardından Ukrayna ordusuna savunma silahları verilmesini talep etti. Bu, özellikle kendi partisinden sert eleştirilerle karşılandı ve sadece gece görüş gözlükleri ve mayın temizleme ekipmanlarını kastettiğini belirtmek zorunda kaldı.
Şu anda da Yeşiller Partisi'nin çekirdek seçmenleri için kabul edilebilir olmaktan uzak şeyler yapmak zorunda kalıyor. Örneğin, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Almanya'ya kademeli olarak Rus gazı yerine sıvılaştırılmış doğal gaz tedarik etmek üzere anlaşmalar yaptı. Bu elbette yorumcuların küçümsemesiyle karşılaştı: Habeck'in Katar sanayi bakanıyla el sıkışması ve selamlaşırken kibarca eğilmesi, doğal olarak, kölece homurdanma olarak yorumlandı; peki ya Körfez ülkelerinin işlediği insan hakları ihlalleri? Örtük çifte standart suçlaması saçma hale geliyor: Hem Rusya'ya karşı ambargo talep edemezsiniz hem de aynı zamanda sanayileşmiş bir ülkenin bir gecede tamamen yenilenebilir enerjiye geçememesine şaşırırsınız.
Bu acımasız savaşın gerçekliğine yönelik "peki ya ...?" yaklaşımının üçüncü, kötü şöhretli bir örneği, kökenleri, Rusya'nın Kırım'ı ilhak ettiği ve Donbass'ta savaşın başladığı 2014 yılında sağcı radikaller tarafından oluşturulan gönüllü bir tabura dayanan Ukrayna ordusunun Azak alayını gündeme getirmektir. Rus propagandası da, bugünkü savaşın Ukrayna'nın "Nazilerden arındırılması" ile ilgili olduğunu iddia ettiğinde sık sık Azak alayına atıfta bulunuyor.
Haftalık Die Zeit için yazan ve 2014'te Donbass'taki olaylar hakkında haber yapan Alman gazeteci Alice Bota, gönüllü milislerin herhangi bir demokratik devlet için bir sorun olduğuna dikkat çekiyor, özellikle de bu devlet güç kullanımı üzerindeki tekelini korumak istiyorsa; ve Azak'ta gerçekten Nazilerin olduğunu doğruluyor – "Bunu küçümsemenin bir anlamı yok" diye yazıyor. Son yıllarda, sağcı Ukraynalı radikaller Romanlara ve queer insanlara karşı çok sayıda nefret suçu işlediler.
Ancak Bota, tarihçi Timothy Snyder'ın uygun bir şekilde "şizo-faşizm" olarak adlandırdığı şeyin bayrağı altında sayısız Rus savaş suçunun gerçekleştiği şu anda Azak hakkında bu kadar çok konuşmanın garip olduğunu da söylüyor. Şizo faşizm ile kastettiği, etnik vizyonuna açıkça karşı çıkmaya cesaret eden herkesi sürekli faşistlikle suçlayan, kendi topraklarındaki muhaliflerini hapseden veya öldüren ve Ukrayna gibi komşu bir ülkeye karşı tam bir savaş yürüten Rus-etnik faşizmi.
Bota, Azak hakkında konuşmanın "dikkat dağıtıcı ... belki de bir tür vicdan rahatlaması olduğu söylüyor... “Ve böylece yatışır: ah, savaş karmaşıktır. Oh, bir şekilde her iki taraf da suçlu."
Bu her iki taraflılık kalıbı, önemsizleştirme ve kendini rahatlatma için uygun olduğu için tekrar tekrar ortaya çıkar. Ukrayna'nın işgalinden bu yana özellikle yaygın, bir varyant: "Her iki taraftaki Naziler."
Geriye ne kaldı? Bu savaş bağlamında görece basit birkaç gerçeği belirtme ihtiyacı. Birincisi, kanıtlar, Putin'in savaşının, uzun zamandır planlanmış ve emperyalist bir gündemle imha olmasa bile, canice bir saldırı savaşı olduğudur. Bu nedenle, sert ekonomik yaptırımlar ve Ukrayna'ya silah sevk edilmesi de dahil olmak üzere aktif dayanışma, bu imhaya direnenlere, yani Ukraynalılara gösterilmelidir. İkincisi, tarihsel ve günümüzdeki karşılaştırmalar, bu dayanışmayı baltalamaya çalışıyorlarsa gayri meşrudur; mevcut durumun aciliyetini anlamaya yardımcı olurlarsa meşrudurlar.
Üçüncüsü, mültecilere yardım etmek gerekiyor. Vasyl Cherepanyn, Avrupa'nın Ukrayna'daki çatışmalardan kaçan mültecilere yönelik seçici ve ayrımcı muamelesini kınarken haklı. Almanya'da bazı gazeteciler "Hıristiyanlığın etkisindeki kültürel alanda" Ukraynalılara daha fazla yakınlık olduğunu mırıldanıyor ya da tüm ciddiyetiyle şöyle yazıyorlar: "Bu sefer onlar gerçek mülteciler." Geçmişte Arapça konuşulan ülkelerden mülteci kabul etmeyi reddeden Polonya, şimdi Ukraynalıların yardımına koşuyor. Mültecilerin ırkçı kalıplara göre kategorize edilmesine son verilmelidir (Ukrayna'dan gelen renkli mültecilerin reddedilmesi veya ikinci sınıf mülteci muamelesi görmesi gibi). Ukraynalıların kötü durumunun istismar edilmesine de izin verilmemelidir – Alman et tekeli Tönnies'in mültecileri doğrudan sınırdan skandallarla dolu mezbahalarına yönlendirmeye çalıştığı veya polisçe bilinen cinsel suçluların Ukraynalı kadınlara ve çocuklara uyuyabilecekleri yerler sunduğu durumlar gibi.
Akdeniz'de binlerce mültecinin ölümüne yol açan yasadışı geri itmeler devam ederken, mültecilerin hala Yunanistan'daki insanlık dışı kamplara tıkılması Avrupa için utanç vericidir. Bununla birlikte, Ukraynalıların şu anda Avrupa ülkelerinde Afgan mültecilere kıyasla sahip oldukları avantajlar, örneğin, onları yardımdan mahrum bırakmak için bir argüman olarak kullanılmamalıdır. Aksine, bunlar Avrupa ülkelerinin genel olarak daha insancıl bir mülteci politikası uygulaması için nedenler haline gelmelidir. Adaletsizlik, adaletsizliğe karşı konmamalıdır – hele kişinin kendi eylemsizliğini meşrulaştırması için hiç!
İsviçre'li yazar Jörg Heiser'in, 20 Nisan 2022'de e-flux notes 'da yayınlanan makalesi. (Çeviri: Zülfü Dicleli)
* * *
#YalçınErgündoğan
@Y_Ergundogan
_________________________________________________________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder