Tanıl Bora: MHP Türkçülüğü yeni kuşak yönelimlerin marjında kalıyor... (1. ve 2. bölüm birarada)
Mevcut ekonomik ve siyasi krizden bir erken seçim mi, seçimi rafa kaldıracak dolaylı bir darbe mi, Yunanistan’la, Suriye’yle yeni bir savaş mı çıkacak, meçhul. Ama genel kanı, mevcut iktidarın kolay kolay gitmeyeceği yönünde.
Nasıl gideceğini veya nasıl gitmeyeceğini öngörmek şimdilik zor. Peki AKP-MHP iktidarının Türkçü-İslamcı yapısı ne tür toplumsal, siyasal etki ve sonuçlar yarattı? Daha da önemlisi kendisine karşı çıkan muhalif kitlelerin ideolojik yapısını nasıl etkiledi?
Türk milliyetçiliği başta olmak üzere sağa soldan bakarak yıllardır araştırma ve incelemeler yapan, pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da sayısız kitabın editörlüğünü, yazarlığını yapmış olan Tanıl Bora’ya kulak veriyoruz… / İRFAN AKTAN
Türkiye ekonomisinin hızlı çöküşü karşısında iktidarın bir kez daha milliyetçi hamaseti tedavüle sokacağı anlaşılıyor. Haliyle Süleyman Demirel’in o meşhur sözü akla geliyor: “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur.” Sizce tenceresi boşalmış muhafazakâr-milliyetçi kitlelerde hâlâ milliyetçi söylemin alıcısı kaldı mı?
Süleyman Demirel’in bir başka veciz sözü daha var: “Halk yaş sebze gibidir, günlük yaşar.” Eğer öyleyse, ki tasvir ettiğin durum bunu düşündürüyor, halkın başka türden bir hamasete pek de kulak vermemesi beklenir ve umulur. Ben halkın nabzını çok iyi tutarım iddiasında asla iddialı değilim ama yıllardır tepe tepe kullanılan milliyetçi hamaset artık doyum noktasına geldi gibi geliyor bana da. Ama şunu da unutmamalı… Hamaset sözcüğü malum, kahramanlık, fanatizm kökünden geliyor. Biz bu kelimeyi davullu zurnalı tantana yaratarak, içi boş ama büyük sözler ederek insanları coşturma siyasetinin karşılığı olarak kullanıyoruz. Milliyetçilik de bunun için her zaman iyi bir malzeme ve repertuar sunar. Zaten burada da konuştuğumuz esas mesele, iktidarın dikkatleri gerçek ihtiyaçlardan, gerçek arayış ve sorunlardan çekip insanları başka yollarla gaza getirme siyaseti. Bunun da her zaman bir karşılığı olduğunu unutmamalıyız. Osmanlı’da oyun çoktur.
Bu oyunlardan biri de iktidarın sıkıştığı anda tekrar milliyetçi dalgayı yükseltmeye yönelmesi mi?
Valla neredeyse otuz senedir böyle tespitler yapıyoruz. Çünkü milliyetçilik, milliyetçi dalga yükselmediğinde de fazlasıyla yüksek.
Neden?
SSCB’nin çökmesinden sonraki deregülasyon süreci, sosyal devletin alabildiğine yok edilmesi, toplumların yurttaşlar topluluğu özelliğini, kamu, “demos” olma hâlini çok zayıflattı. Bunun sonucunda da geriye çıplaklaşmış toplumların “ethnos’u”, milli cemaat niteliği kaldı. Sarılacak bir bu kaldı yani. Çünkü insanların kendilerini güvende hissetmelerini sağlayan sosyal devlet mekanizmaları tasfiye edildikçe, kendilerinden daha büyük ve kendilerini de kapsayan, doğuştan elde edebileceklerini düşündükleri bir imtiyaza, millete, milli varlığa sarılmak güçlü bir eğilime dönüştü. Geçimleriyle, yakın gelecekleriyle ilgili her türlü güvencesizlik kaygılarının cevabını orada aramak çok daha rahattır. Zaten bunu da teşvik eden çok güçlü bir ideolojik propaganda aygıtı her zaman oluyor. Dolayısıyla milliyetçilik kolayca bertaraf edilemeyecek bir rezerv, sabit güç olarak orada duruyor.
TAHRİPKARLIK ANCAK İKTİDARIN UZATMALARI OYNAMASINI SAĞLAYABİLİR
Az önce Demirel’den naklen, “halk yaş sebze gibidir, günlük yaşar” dediniz. Mevcut iktidar tam da buna güveniyor olabilir mi? Yani iktidar seçime çok yakın bir anda, günlük kaygıları minimize edecek popülist bir ekonomik programla, aleyhindeki tabloyu kısa vadeli olarak değiştirebilir mi?
Bir kere tekraren vurgulamalıyım ki, güncel siyasal analizle ilgili büyük iddiayla konuşamam, ancak ihtiyatla, sezgi ve izlenimlerimle bir şeyler söyleyebilirim. Söylediğinin elbette tamamen gözardı edilebilecek bir risk olmadığını düşünüyorum. Sonuçta sosyal medya ve gündemin olağanüstü çalkantısı nedeniyle de hafızasızlaştırıcı bir çağda yaşadığımız için, teşbihi devam ettirirsek, halk artık günlük de değil, yarım günlük, hatta belki üç-beş saatlik periyotlar halinde yaşıyor. Tehdit algılarının, güvenlik kaygılarının muazzam büyümesi de bu durumu pekiştiriyor. Fakat bir bozgun haletiruhiyesinin kendisini hissettirmeye başladığını, çürümenin derinleştiğini, iktidarın vadesinin dolduğunu düşünüyorum.
Önceki hafta konuştuğumuz Kemal Can da sizin bu tespitinizle paralel olarak iktidarın geriledikçe daha da tahripkâr olduğunu söylüyordu. Bu tahripkârlık iktidarın ömrünü uzatmaya yarar mı?
Bu tahripkârlığın iktidarın ömrünü uzun vadeli uzatamayacağını düşünüyorum. Tahripkârlık ancak iktidarın uzatmaları oynamasını sağlayabilir.
ŞEHİRLİ, MODERNİST, SEKÜLER FAŞİZM DE OLABİLİR
Kemal Can söyleşimizde şöyle diyordu: “Şu aralar özellikle ana muhalefete yakın bazı akademik çevrelerde, seküler milliyetçiliğin pozitif bir dinamik olarak etkili olmaya başlayacağı fikri çok alıcı buluyor. Seküler milliyetçiliğin kurumsal bir demokrasi için sağlam bir güvence teşkil edebileceği fikri, 1980’lerde solda yürütülen İslamcılık tartışmalarına benziyor”. Özellikle Millet İttifakı’na, İYİ Parti ve CHP’nin bazı kadrolarına bakıldığında, seküler milliyetçiliğin mevcut iktidarın bozgunculuğuna çare olarak sunulduğunu görüyoruz. Yükselen seküler milliyetçi dalga nasıl bir Türkiye yaratmaya aday?
Kemal’le uzun uzadıya konuştuğumuz bir mesele bu. Doğrudan İYİ Parti veya Zafer Partisi’ne angaje olmayanlar da dahil, yeni kuşaklarda yaygın bir modernist, şehirli, seküler milliyetçi eğilimin çok canlandığını görüyoruz. Ne yazık ki bizim solda “şehirli, modernist, seküler” denince, “ne güzel, harika” diyoruz. Oysa öyle bir şey yok. Şehirli, modernist, seküler faşizm de olabilir. Elbette mevcut eğilimin doğrudan buna tekabül ettiğini söylemiyorum. Evet, üslubunda, kılık-kıyafetinde, kültürel eğilimlerinde gerçekten modernist, şehirli bir yönelim bu. Türk milliyetçiliğinin aslında muhafazakâr değil, Ziya Gökalp’ten başlayarak, modernist bir hareket olduğunu söylüyorlar. Çok net bir anti-İslamcı, hatta bazen sekülerden öte, dinden had safhada soğuma eğilimi var. Bütün bunlara bağlı olarak Atatürk imgesine canla-başla sarılıyorlar. Bir yandan da, aslında daha 1990’larda başlamış olan Türkçülüğe ilgi bugün çok daha güçlü. Nihal Atsız’a artan bir ilgi var, Eski Türk mitolojisine, Türk kahraman panteonuna hayli yaygın bir ilgi var. Yani bu üzerine konuştuğumuz eğilimin içinde çok güçlü bir Türkçü damar bulunuyor. Beri yandan ilgi alanları eski ülkücü-milliyetçilere nazaran çok daha geniş, daha geniş görüşlüler, mizahi olabiliyorlar, kendileriyle de alay edebiliyorlar.Daha kabil-i hitaplar, bir bakıma öyle. Ama çok net iki kırmızı, koyu kırmızı çizgileri var - bordo diyelim istersen.
Nedir o çizgiler?
Bir tanesi Kürt meselesi, diğeri göçmenler. Modern siyaset teorilerinden, Agamben’den, çağdaş edebiyattan bahseden, entelektüel ufku geniş bir makalenin içinde bir bakıyorsunuz Kürtlerden bahsederken Kürd’ün “K”sini küçük harfle yazıyor, mesela. Muazzam bir tahammülsüzlük, hınç var. Bence, Çözüm Süreci boyunca birikmiş bir hınç…. Yani başka konularda görebildiğiniz hoşgörünün Kürtler ve göçmenler söz konusuyken izini göremiyorsunuz.
Kürt karşıtlığının kökenleri aşağı yukarı biliniyor ama bu kesimlerin göçmen karşıtlığını nasıl izah ediyorsunuz?
Bahsettiğimiz kesimlerin anti-İslamcılığıyla da örtüşüyor
göçmen karşıtlığı. Ülkücülerle İslamcılar arasında yıllarca hep şaka yollu
konuşulmuş bir fantezi, bir mavra vardı: “Uçurumdan düşmek üzere olan inançsız
bir Türk ile Türk olmayan bir müslüman olsa, hangisini kurtarırsın?” Ülkücüler
İslamilik vasfından da geri kalmamak için “müslüman zaten öbür dünyada
kurtulmuş, o yüzden Türk’ü kurtarırım, çünkü onu da müslüman yapıp ruhunu
kurtarabilirim” cevabını imal etmişlerdi. Şu an bahsettiğimiz kesimler öyle bir
kayıt da düşmeden, ek bir açıklama yapma gereği duymaksızın “tabii ki Türk’ü
kurtarırım” diyor. Ama işte bu tür “seküler” tepkiler de göçmenlerin üzerine yığılıyor.
Çünkü onlar gayrı Türklüklerinin yanı sıra, siyasi İslamcılık tehlikesini veya
o politikayla zımni işbirlikçiliği temsil ediyor onların gözünde.
DİN-Û DEVLET MİLLİYETÇİLİĞİ KLİENTALİST MEKANİZMALARIN
İDEOLOJİK SIVASI OLARAK İŞ GÖRÜYOR
İslamcı-Türkçü iktidarın uygulamaları, pratiği Türkiye’de
İslamcılığı ve Türkçülüğü nasıl dönüştürdü?
Fenafillah kavramında uyarlama; fenafillah olmak, insanın
kendi varlığını tanrının varlığında eritmesidir, fenafiddevle de insanın
varlığını devlette eritmesi… Mevcut iktidarın ideolojik destekçilerinde bu
anlayışın fanatizmi hakim. Temel vasıf bu. “Yeni Osmanlıcı” dediğimiz, somut
bir geleneği sahiplenmekten öte emperyal azamet iddiasına, kibrine hitap eden
yaklaşımla da bağdaşıyor. “Yerli ve milli” kavramı da bu bakımdan işlevsel
oluyor.
Çünkü yerlilik, uzun süre, milliyetçi olmayan bir milliliği
ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Yani yapay ve ırkçı bulunan
milliyetçiliğe karşı, otantik, doğal bir milli-oluş iddiası. Bu yerlilik
mefhumu da “yerli ve milli” kavramıyla ehlileştirilerek, İslamcıların
milliyetçilikle ilgili rezervlerini, endişelerini gideren bir tutkal olarak
işlevselleştirildi. Onun da temelinde “din û devlet” milliyetçiliği var.
Türkçü, İslamcı kesimlerin dergilerine, kitaplarına,
ideolojik tartışmalarına bakınca, kapalı devre birtakım doktrine etme çabaları
görülüyor. Bahsettiğimiz İslamcı ve
Türkçü çevreler veya “abiler, üstatlar” bir şekilde kendi takipçilerini de
oluşturuyorlar ama popülerleşme kabiliyetleri çok yüksek değil. Çünkü çok
devletçiler. Toplumsal nüfuz alanlarını sınırlayan acayip devletlû, resmiyetçi,
bir anlamda elitist bir yapıları var.
MUHAFAZAKARLARIN DEMOKRATLAŞMASIYLA DEMOKRATİKLEŞİLECEĞİ
FİKRİ BAŞTAN İTİBAREN YANLIŞTI
Aslında “din û devlet” milliyetçiliği klientalist mekanizmaların ideolojik sıvası olarak iş görüyor. İktidar rant dağıtabildiği, yardım-hasenat ağına dahil ettiği kitlelerde devlet tapıncını, kadim “devlet bizi düşünür”, “en doğrusunu devlet bilir” anlayışını sürdürebilmek için bu söylemi yeniden üretiyor, üretebiliyor. Bu, devletle bazı toplumsal kesimler arasında bir yandan gerçekten de kadim diyebileceğimiz bir ilişkidir ama ideolojik temeller açısından çok güçlü mü, emin değilim; epey kırılgan bence.
İslamcı-Türkçü dergi çevrelerinde bu mesele nasıl tartışılıyor?
Bahsettiğimiz “din û devlet” milliyetçiliğine bağlı olanlarla bu çizgiyi eleştirenler arasındaki ayrışma hızlanıyor. İktidar söyleminin entelektüel olarak da, duygusal olarak da artık tatmin etmemesinden kaynaklanan; alternatif aramaksızın kısmen siyasetten uzaklaşan, biraz kenara kaçan, biraz edebiyatla, felsefeyle meşgul olmaya başlayan eğilimlerin o cenahta çoğaldığını gözlemliyorum.
AKP öncesinde, İslamcıların bir demokrasi dinamiği
olabileceği tartışmaları solda, Birikim Dergisi’nde çok tartışılıyordu. Şu anda
baktığınızda, 2000 öncesi bu tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Nasıl bir canlılık bu?
“Bunlar değişiyor, burada yeni bir şeyler oluyor” ilgisini
çağıran bir şey. Sadece siyasi değil, entelektüel merakı da çağıran bir şey.
Deminki bahiste şunun altını çizeyim: “müslümanlar, İslamcılık,
ilgilenilmeyecek, temas kurulmayacak, yasaklı bir alandır” tutumunun doğru
olmadığını düşünüyorum.
İSLAMCILAR ARASINDA ARAZİYE UYMALAR OLDUĞU GİBİ ÇOK ACAYİP HAYAL KIRIKLIKLARI DA VAR
Ama sonuç ortada değil mi?
Bu büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmadı mı?
İSLAMCILARIN ÇOĞUNLUĞU YİNE ARAZİYE, YENİ DÖNEME KENDİNİ UYARLAYACAK
İslamcıların demokrat olamayacağı fikri, AKP deneyimi sayesinde bir sabit haline dönüştü ve AKP deneyiminin sekülerlik kadar seküler Türkçülüğü de besleyen temel unsurlardan biri olduğu söyleniyor. Bu açıdan bakıldığında AKP kendinden sonraki döneme İslamcılar açısından nasıl bir sosyolojik, siyasal ortam bırakacak?
Burada da farklı eğilimler, yönelimler olacak gibi
görünüyor. İslamcı cenahta AKP sonrası yeni bir 28 Şubat ortamı oluşacağı
kaygısı var. O yüzden AKP’den kopmuş bazı kesimler, böylesi bir geleceğin önüne
set çekmeyi, önlem almayı önlerine iş olarak koymuş durumda. Bence yine
çoğunluk araziye uyacak, kendini yeni döneme uyarlayacak, dillerini, hal ve
hareketlerini buna göre adapte edecektir. Yine bizi şaşırtacak şekilde tekrar
sahne alabilecekler. İslamcılığın şu veya bu yönde özeleştirisini yapmak,
yeniden toparlanmak, yeni bir yol bulmak üzere muhtelif arayışlar daha şimdiden
var ve bunlar artacak. Keza zaten var olan Selefi ve “yeni Selefi” denen
eğilimlerin de artacağını düşünüyorum.
IŞID türü yapıları kastediyorum.
Yani şu an AKP’yle hareket eden bazı İslamcı grupların
yeraltına ineceğini mi söylüyorsunuz?
MHP MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKÇÜLÜĞÜ YENİ KUŞAK YÖNELİMLERİN
MARJINDA KALIYOR, ONLARI KAVRAYAMIYOR
Şu anki iktidar İslamcı ve Türkçü iki yapının koalisyonundan
oluşuyor. Nasıl oldu da AKP-MHP koalisyonunun yarattığı enkazda Türkçülük,
İslamcılıktan daha az tahrip olmuş görünüyor?
Evet, biraz öyle. MHP çevresinde, özellikle “MHP
hoşnutsuzları” dediğim, hâlâ kerhen oy bile veren veya başka bir partiye gitmeyen
epey geniş bir nüfus var.
Türkiye epey bir süredir çok yoğun bir baskı sürecinden geçtiği, geniş kitleler bundan hoşnutsuz olduğu halde, nasıl oluyor da merkez sağ veya ona yakın siyasetler hâlâ iktidarın alternatifi olarak görülüyor? Nasıl oluyor da sağdan radikal bir kopuş eğilimi kitlelerde karşılık bulamıyor? Nasıl oluyor da hâlâ AKP-MHP’nin alternatifi olarak ona en benzeyenler ilgi görebiliyor?
Baskı rejimi altında yaşıyor olmanın her şeyi baskılaması ve
vasatlaştırmasıyla ilgili bir sorun bu. Toptan muhafazakârlaşmayla ilgili bir
sorun. Burada muhafazakârlığı dindarlık anlamında değil, yeni bir şeyi
düşünememe, “başka türlü bir şey” düşünebilmeye kapanma anlamında kullanıyorum.
Bu geniş anlamıyla muhafazakârlaşma... Bir de şu var: AKP’nin siyasi tekelinin
geleneksel merkez sağı ortadan kaldırmış, o alanı gasp etmiş olmasıyla, orada
bir boşluk doğduğunu düşünüyor birçok insan. Bu nedenle merkez sağı ihya
etmenin muhakkak gerekli olduğunu, bunun AKP’ye panzehir teşkil edeceğini
düşünüyor. Bu düşünceye göre de öncelik itidal.
TARİH DERS ALINDIĞI, MÜCADELE EDİLDİĞİ ZAMAN TEKERRÜR ETMEZ
Nasıl yani?
Bu Türkiye’ye mi özgü?
AKP-MHP’nin kurduğu baskı rejimini Nazi Almanyası’yla
açıklamaya çalışan çok sayıda siyaset bilimci var. Siz de İletişim Yayınları
olarak o döneme dair çok fazla kitap yayınlıyorsunuz. Nazizmin felaketleriyle
bu dönem kıyaslandığında ister istemez insanlarda umutsuzluk, karamsarlık,
kaygı hakim oluyor. Çünkü AKP’nin seçim yaptırmayacağı, ülkeyi daha da faşizan
bir rejime hapsedeceği düşünülüyor. Sizce böyle bir olasılık ne kadar güçlü?
Nazi dönemi sadece Türkiye’de ilgili değil, sağ-popülist
rejimler ve siyasetler bağlamında dünyada da herkesin mukayese yaptığı bir
örnek. Marx diyor ya, “maymunun anatomisinin anahtarı, insanın anatomisidir.”
Yani en gelişkin, en kâmil örneğine bakarak, “mükemmel olmayanı,” kendi uç
noktasına varmayanı daha iyi anlayabiliriz. Nazizme baktığınızda da, faşizan
siyasetlerin, faşist unsurlar taşıyan rejimlerin varacağı nihai, “mükemmel”
noktayı görürsünüz ve bu uyarıcı bir etki yapar. Bu, söz konusu rejimin illa
Nazizm raddesine varacağı anlamına gelmez. Ama bu uyarıyı yapmak, tetikte olmak
açısından önemlidir. Bir çok insan kitleleri karamsarlığa, korkuya sürüklemek
için değil, bundan ötürü böyle bir mukayese yapıyor. Beri yandan, içinde
bulunduğumuz dönemde Nazizmin tekrar etmesini bekleyemeyiz. Tarih öyle dümdüz
tekerrür etmez. Çağımızın farklı bir yapısı var.
TÜRKİYE TOPLUMUNU BİR ARADA TUTAN UNSURLARDAN BİRİ DE
SEÇİMDİR
Nasıl farklı bir yapı?
İletişim Yayınlarından “Faşizmden Popülizme” kitabını
yayınladığımız Federico Finchelstein’ın, popülizm olarak tanımlanan siyaset ve
ideolojilerin faşizmden farklı ama onun bir çok unsurunu çağa uyarlayan yeni
tezahürü olduğu yönündeki yorumunu benimsiyorum. Öte yandan az önce sorduğun
soruya dönersem, Türkiye’nin seçimsiz bir rejimle idare edilemeyeceğini
düşünüyorum. Güçlü bir demokrasi geleceğinden söz edemeyiz ama güçlü bir
seçimli siyaset geleneği var memlekette. Toplum ve Bilim Dergisi’nde “Türkiye toplumunu
bir arada tutan nedir?” sorusu etrafında yirmi yıl kadar önce bir tartışma
yaptığımızda “suç ortaklığı” kavramı öne çıkmıştı. Yarı şaka şunu da
ekleyebilirim ki, Türkiye toplumunu birarada tutan unsurlardan biri de seçim.
Şeklî, yalan, bütün siyaseti kendi bünyesinde soğurarak yok eden bir seçim de
olabilir ama öyle veya böyle seçim olmadan Türkiye idare edilemez.
Kaynak: +Gerçek
* *
-II-
Tanıl Bora: AKP mülteci düşmanlığını kullanabilir…
Popülist sağın dünya ölçeğinde yükseldiği çıplak gözle bile görülüyor. Bu sağ siyasetin yükselmesine kaynaklık eden unsurlar neler?
Sosyal devletin çözülmesi, muazzam bir atomizasyon ve
fragmantasyon, bilgiyi madara eden hakikat-sonrası rejimi, sosyal medyanın
etkisi, üretim rejimlerindeki dönüşüm… Çok kapsamlı toplumsal ve siyasi etkenlerle
alakalı bu mesele. Muazzam bir alt üst oluş ortamında insanların kendilerine
bir tutamak, bir cemaat bulma arayışı var ve hazır cemaatler, en kolayı.
Milliyetçilik en az bir asırdır çeşitli propaganda aygıtlarıyla, dili, zihni
belirleyen kalıplarıyla ve hâlâ işler halde olan manipülasyon cihazlarıyla çok
güven verici, çok sağlam ana kucaklarından biri. Bunun bir nedeni de tabii
gerçekten güçlü bir siyasal alternatifin ortaya konmaması. Yani sadece “yahu bu
kadar da olmasın” itirazı değil, gerçek manada başka bir dünya hayalini ortaya
koyan güçlü bir alternatifin yokluğu... Elbette bizim zihnimizde bu
alternatifler olabilir ama örgütlenmiş, ikna edici ve güçlü bir sesle insanlara
ulaşan bir alternatifin yokluğundan söz ediyorum.
Ah, bunun cevabını bilsem! Sovyet sonrası dünyada iki büyük global isyan dalgası oldu. Bunlardan bir tanesi 1990’ların ikinci yarısında başlayan anarşizan, radikal karşı-globalleşme protestolarıydı. Diğeri ise Gezi’nin de bir parçası olduğu, 2010’ların hemen öncesi ve sonrasındaki “Wall Street’i işgal et”, Indignados (Öfkeliler) hareketi, Tahrir veya Brezilya’daki büyük protestolardı. İlk dalga daha radikal bir öncünün isyanı gibiyken, ikincisi bir sol popülist yüzü de olan, “biz halkız” veya “esas millet biziz ve karşımızda sadece yüzde birlik bir oligarşi var ve sistem de onlara hizmet ediyor” diyen bir isyan dalgasıydı. Bu ikinci dalga, sanki zımnen, sanki bilinç-dışında ilk dalganın muhasebesini yapmış gibi, daha fazla kitleselleşme kabiliyetine sahipti.
BAZI TARİHÇİLER YENİ BİR KAVİMLER GÖÇÜNDEN SÖZ EDİYOR
Bu iki isyan dalgası neden yatıştı?
Her ikisi de dünyayı sarstı ama sanırım bu dalgaların diri kalamamasının nedeni, yeni çağın icatlarına uygun örgütsel, kurumsal bir çerçeveye kavuşamamasıydı. Fakat sonuç ne olursa olsun, önemli bir deneyim izi bıraktı bu dalgalar. Anlaşılan o ki, farklı, yeni zamanlara hitap etme kabiliyeti olan bir siyaset ve örgütlenme tarzı hâlâ aranıyor.
Popülist sağın göçmen karşıtlığı Türkiye’de olduğu gibi Macaristan’dan Batı Avrupa’ya kadar her yerde etkili bir sağ siyaset aracı haline geliyor. Mülteci karşıtlığı bazı toplumların birleştirici söylemine bile dönüşüyor. Tarih boyunca insanlar göç etti ve şu anda da küresel düzeyde böyle bir göç dalgasına tanık oluyoruz. Bu dalga dünyayı nasıl etkiliyor?
Bazı tarihçiler yeni bir Kavimler Göçü’nden söz ediyor. Bir kere tanık olduğumuz şey rastgele değil, belirli bir göç. Dünyanın yoksulları ve tehdit altında olanları göç ediyorlar. Dünyadaki mevcut eşitsizlik ve yoksullaşmadan mustarip olanlar, yoksullaşma ve eşitsizliğin yoğunlaştığı coğrafyalardan kaçarak kendilerine bir hayat tutamağı arıyor. Devletsizleşen, çetevari yapıların kontrolüne girmiş ya da daimi iç savaşlarla, süreklileştirilmiş olağanüstü hâl durumunda yaşatılan coğrafyalardan kaçıyorlar. Ayrıca unutmayalım ki, iklim krizi diye bir felaket var ve önümüzdeki on yıllarda yine dünyanın bir çok coğrafyasından, özellikle de yine yoksul ülkelerden insanlar canlarını kurtarmak için göç etmek zorunda kalacaklar. Şu kesin ki, önümüzdeki zamanda her siyasetin göç meselesiyle ilgili bir çözümü olmak zorunda. “Gitsin bunlar” diye bir şey yok.
GÖÇMENLER ÇAĞIMIZIN ZENCİLERİ
Ama bırakın tek tek insanları, bazı siyasi partilerin bile tek göçmen politikası bundan ibaret…
Göçmenler gelecekler. Çaresi yok, çünkü çareleri yok. Bir kere bunun, dünyanın, siyasetin, çözümünü düşünmek zorunda olduğu büyük bir insanlık meselesi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Dolayısıyla “gitsinler,” bir laf değil. Özellikle post-Fanoncu düşünürler buradaki muazzam insanlık sorununu çok etkili bir biçimde ortaya koyuyorlar. Achille Mbembe, mesela, göçmen topluluklarının, göçmen figürünün “zencileştiğini”, “zenci” konumuna itildiğini söylüyor mesela.
Ne demek bu?
Göçmenler insan-altı bir kategori gibi görülüyorlar. Kayıt dışı ve insan dışılar, kağıtsızlar, statüsüzler; bir “fazla” veya “artık” nüfus teşkil ediyorlar; onlara her şey yapılabilir. Bir yandan da müthiş bir tehdit kaynağı sayıldıkları için, üzerlerinde tepinilebilecek bir yığın olarak görülüyorlar. Kendilerini “yerli” kabul eden, hasbelkader bir memlekette yerleşik olan insanların tehdit algılarına hitap etmeye çok elverişliler. 2050’de dünya nüfusunun üçte biri Batı ve Kuzey’de, yani Kuzey Amerika ve Avrupa’da, üçte ikisi Asya ve Afrika’da yaşıyor olacak. O üçte ikilik nüfus büyük ölçüde genç, Batı ve Kuzey’deki üçte birlik nüfus da büyük ölçüde yaşlı olacak. Karikatürize edersek, etrafına kale duvarı çekmek isteyen ihtiyarlar ile bir dizi açlık, sefalet, savaş ve iklim problemiyle o kale duvarlarını zorlayan büyük bir genç nüfus... Batı’nın veya Kuzey’in güvenlikçi gözlüğünden görünen manzara, bu.
IRKÇI-SÖMÜRGECİ ZİHNİYET CANLANIYOR
Göçmenlerin ulaştıkları ülkelerde belli bir siyasi güce dönüşememeleri, aksine, oraların üstünde tepinilecek, “yerli” popülist sağ siyasetlerin söylemine malzeme olacak nefret objesine dönüştürülmesi aynı zamanda bir kavimler çatışması potansiyelini de taşıyor mu?
Kavimler çatışması mı demeli, bilmiyorum, ama çatışma riski, elbette var. Aklıma öncelikle linççi saldırılar geliyor ve militer ve para-militer aygıtların yapabilecekleri geliyor. Zaten andığım post-Fanoncu düşünürler kapitalist sistem ve onun işletim sistemi olarak ulus-devletlerin kıyıcı, yıkıcı, tahrip etmeye, sınır çekmeye yönelik hazırlıklarını genişlettiklerine dikkat çekiyorlar. Irkçı-sömürgeci idare ideolojisi ve “devlet bilgisi” canlanıyor, onlara göre.
Türkiye siyasetinin geleceğinin de mülteci karşıtlığı üzerinden şekilleneceği anlaşılıyor, değil mi?
En azından çok önemli bir faktör olacak. Endişe uyandırıcı olan sadece milliyetçi alanda değil, seküler siyaset alanı olarak görülen, CHP’yi de geniş ölçüde kapsayan çevrelerde de bu tür ırkçı zihniyet kalıplarının çok güçlü bir şekilde işliyor olması. İslamcılığa yönelik tepki de mülteci karşıtlığıyla, iktidarın göçmen nüfusun bir kısmını kendisine yedek ordu olarak seçeceği endişesiyle birleşiyor. Bu konuda insanlarla konuşmak, birtakım zihniyet kalıplarını sarsmak giderek zorlaşıyor. Vatandaşlık nedir, ulus-devlet ya da devletin kurucu ilkelerini nasıl düşünmek gerekir? Bu mesele bütün bunlar üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Yoksa birkaç insani mülahazayla insanları ikna etmek çok zor. Bugünkü koşullarda çok afaki gibi görünse de anadil, resmi dil, vatandaşlık statüsü, her insanın asgari bir korunma ve güvence hak eden bir statüye sahip olması gibi çok kapsamlı bir paket üzerine düşünmeyi gerektiriyor bu. Sadece milliyetçilikle ilgili zihniyeti sorgulamaktan, buna dair tartışma yürütmekten öte, olağanüstü düzeyde tahrip edilen, olağanüstü bir saldırı altında olan insan hakları kavramını ihya etmek ve güçlendirmekle ilgili bir meselemiz var ve bu geçiştirilemeyecek bir mesele.
MÜLTECİ KARŞITI SÖYLEM, AKP’DEN KOPAN KESİMLERİ TEKRAR AKP’YE YAPIŞTIRABİLİR
Mülteci, sığınmacı, göçmen haklarını savunmak hiç olmadığı kadar büyük bir riske dönüşüyor…
Gerçekten de öyle. Her konuda çok rahat konuşabildiğimiz en yakınımızdaki insanlar bile, konu buraya gelince dikenlerini çıkarıyor ve konuşulamaz hale geliyor.
Peki neden? Mülteciler gerçekten de hakiki bir sorun olarak insanların gündelik hayatını mı belirliyor, yoksa bu mesele seçilmiş bir canavar mı?
Seçilmiş canavar güzel bir tabir. Mesela dün konuştuğumuz bir arkadaşım, bir ahbabıyla sohbetini aktardı. Ahbabı “her yerde bunlar var” diye söylenince, arkadaşım da “seni neden rahatsız ediyorlar?” diye sormuş. O da durup, “konuşmalarını anlamıyorum, başka bir dilde konuşuyorlar” demiş. Bu bile çok şey söylüyor bize. Bir dizi tehdit algısı var sonuçta. Bunların bir kısmını iktidar mahfilleri utanmadan ikrar da ediyor. Göçmenler ucuz işgücü olarak kullanılıyorlar ve ancak ucuz işgücü olarak kendilerine yaşam hakkı tanınan geniş kitlelerin gözünde tehlikeli rakipler konumundalar. Böyle bir sömürü sistemi var. Göçmenler en alttakilerin de altında ve tam da bu özellikleri nedeniyle de en alttakiler tarafından tehdit olarak görülüyorlar. Bu zenofobiyi, yabancı düşmanlığını da besliyor. Nefretinin sebebi sorulduğunda “bilmediğimiz bir dilden konuşmaları” diyebiliyor işte insanlar. Bu dünyada bilmediğimiz dilden konuşan başka insanların olduğunu bilmiyor muyduk şimdiye kadar? Herkes sadece kendi dilinin konuşulduğu yerlerde, hep kendi gibi olanlarla mı yaşamalı? Bu da az evvel konuştuğumuz, geniş anlamıyla, yapısal diyeceğimiz muhafazakârlıkla ilgili bir mesele. Bilmediğin bir dilde konuşulması seni neden rahatsız ediyor diye sorabilmekten, oradaki endişeyi deşebilmekten başlamak lazım belki.
O halde AKP gittiğinde bile bu mesele milliyetçi dalganın taşıyıcı unsuru olmaya devam edebilecek mi?
“Gün göremeyeceğiz” diyecek değilim ama bu sorunun geleceğe ilişkin kaygıyı derinleştirdiği kesin. Geçenlerde bir arkadaşım, muhalefetin bazı unsurlarının göçmenler konusunda benimsediği dışlayıcı, aşağılayıcı, horlayıcı söylemin, AKP’den yüz çevirmiş alt sınıf dindar kitleler arasında bu tavrın dönüp dolaşıp kendilerini de hedef alacağı korkusuna yol açabileceğini, bu nedenle tekrar AKP’ye yapışma ihtiyacı duyabileceklerini söylüyordu…
Peki AKP’nin göç, göçmen politikası bize ne anlatıyor?
Bir kere göçmenleri içeride bir emtia gibi tamamen araçsallaştıran, ucuzun da ucuzu işgücü olarak gören, dışarıda, uluslararası siyasette, diplomaside şantaj unsuru olarak kullanan, göçmenleri de statüsüz, eğreti vaziyette tutan bir iktidar pratiği söz konusu. AKP ayrıca mülteci düşmanlığını kendisi de kulanabilir. Gösterisel bir kısmi gönderme hamlesini yapabilir. Dedik ya, Osmanlı’da oyun çoktur.
Bu oyunlara karşı ne yapılabilir?
Gücümüzün yettiğini, elimizden geleni yapmaktan, iyiye çalışmaktan başka bir yol yok.
* * *
_________________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder