“Her şey doğruydu
ama, emperyalistler bırakmadı” ya da “Stalin olmasaydı, her şey daha iyi olacaktı”, “Troçki düşmanlaştırılıp imha edilmeseydi durum
farklı olurdu” türünden hamaset yüklü yaklaşımlar dışında yapılan
soğukkanlı değerlendirme ve tartışmalar “başka bir dünya mümkün” arayışına
katkı koyabilir ve ilerletici olabilir.
* *
*
Şöyle yeniden bir hatırlayalım. “Devrim”, Marx ve
Engels’in tüm beklenti ve öngörüsünün aksine sermaye birikimine sahip olmayan,
dolayısı ile kapitalizmin sınıfsal konumlanışının dışında bir ülkede
gerçekleşti. Aslında devrim, Birinci
Dünya Savaşı yıllarında savaşmaktan bitap düşmüş bir ordu, Çarlık Rusyası’nda
açlık ve sefalet içinde kıvranan bir halkın isyanını kendiliğinden
ayaklanmasını fırsata çevirerek hayat buldu. Petrograd’daki özel yetişmiş askeri birliklerin de isyan
eden asker ve köylü yığınlara destek vermesi ile Çarlık rejimi yıkıldı.
Sonradan, 1918 yılında Komünist Partisi adını alacak
olan Bolşevik Partisi örgütlü yapısı ile kucağında bulduğu bu toplumsal
patlamayı sonuçlandırmayı başardı ve “devleti
ele geçirdi.” Komünist Partisi de
böylelikle, bütün gücü, yetkileri, karar alma mekanizmalarını, her şeyi elinde
tutan bir yapı olarak SSCB yıkılana dek konumunu sürdürdü…
Oysa, Lenin o yıllarda bu ‘devleti ele geçirme’
meselesine Marx’ı referans göstererek bakalım nasıl yaklaşıyordu.
“DEVLETİ
ELE GEÇİRMEK YETMEZ…”
“…Marx ayrıca kendi deyimiyle “göğe hücuma kalkan” komüncülerin kahramanlığına hayranlıkla da
yetinmedi. Ereğine ulaşamamış da olsa, yığınların devrimci hareketinde, Marx
çok önemli bir tarihsel deney, dünya proleter devriminde ileriye doğru kesin bir adım, yüzlerce program ve
uslamlamadan çok daha önemli gerçek bir ilerleme görüyordu. Bu deneyi
çözümlemek, ondan taktik dersleri çıkarmak, teorisini sıkı bir eleştiriden
geçirmek için ondan yararlanmak: Marx’ın kendi için saptadığı görev, işte
budur.
Marx Komünist
Manifesto’da yapılmasını zorunlu gördüğü tek “düzeltme”yi, Parisli komüncülerin devrimci deneyinden esinlenerek
yapmıştır.
Komünist
Manifesto’nun yeni bir Almanca baskısı için, iki yazarı
tarafından imzalanmış son Önsöz 24 Haziran 1872 tarihini taşır. Karl Marx ve
Friedrich Engels bu önsözde, Komünist
Manifesto’da ortaya konmuş programın “bazı ayrıntılarının artık eskimiş”
olduğunu açıklarlar. Ve devam ederler ki:
“Paris Komünü,
özellikle bir şeyi ‘işçi sınıfının hazır bir devlet mekanizmasını ele geçirip
onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini’ tanıtlamıştır.”
Bu alıntıda tırnak içine alınmış son sözler, yazarları
tarafından Marx’ın Fransa’da İç Savaş adlı
yapıtından alınmıştır.
Öyleyse Marx ve Engels Paris Komünü’nün belli başlı
temel prensiplerinden birine o kadar büyük bir önem veriyorlardı ki, onu özsel
bir düzeltme olarak Komünist Manifesto’ya
sokmuşlardır.” (Devlet ve İhtilal,
V. I. U Lenin, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Mart 1976, Sayfa, 43, 44, 45)
Lenin,
17 Aralık 1918 tarihinde ikinci baskısı yayınlanan ‘Devlet ve İhtilal’ kitabına
aldığı, Marx ve Engels’in
K.Manifesto’nun son baskısına yaptıkları yukarda aktardığım tek düzeltmeye
ilişkin kendi yorumunu da aynı kitapta şöyle ifade ediyor:
“Marx’ın düşünü,
işçi sınıfının ‘hazır devlet makinasını’ kırmak, parçalamak ve onu ele
geçirmekle yetinmemek zorunda olduğu yolundadır…”
Lenin
böyle diyordu ama, hayat ve pratik gösterdi ki, pek çok kurum ve işleyiş bir
önceki rejimden devralınanları ya da benzerlerini var etti. Muhaliflerin
sürüldüğü “çalışma kampları” adı verilen uygulama bile bu devralınanlar
arasında yerini korudu.
Sonunda ortaya çıkan yapı eşitlik, adalet, özgürlük değil;
koyu bir totaliter rejimi yarattı.
Rejimin bu haliyle çökmekte olduğuna ikna olan M. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden
yapılanma (‘glasnost’ ve ‘perestroyka’)
vaadi ve girişimi ile de SSCB olduğu yere yığılarak; tarih sahnesinden
çekiliverdi…
SSCB’NİN
TÜRKİYE’YE ETKİSİ
“Soğuk savaş yıllarında solun arkasında SSCB mi vardı?”
başlıklı bir önceki yazımda SSCB’nin özünde bir “milli devlet” olduğuna vurgu yapmıştım. Sovyetik siyasi akım
içinde geçirdiğim siyasi mücadele yıllarımın önemli katkısının yanı sıra, yıllar içinde yapılan soğukkanlı gözlem ve
incelemeler de bu tespiti bende pekiştirir
olmuştu.
Ekim devrimiyle dünyada esen rüzgâr ilerleyen yıllardaki
pratiklerle azalsa da, yine de kapitalist ülkelerdeki sol/sosyalist hareketler
içinde SSCB’yi “enternasyonal dayanışma”nın
merkezi kabul edenler azımsanmayacak oranda idi.
Türkiye’de de, sol hareketler içinde Sovyetik siyasi
yapılar “Kâbeciler” olarak adlandırılırdı.
Zira Sovyetler enternasyonalizmin yıkılmaz kalesi, yönlerini çevirdikleri
“sosyalist ve komünistlerin kâbesi” sayılırdı. Ekim Devrimi ve 1922’de oluşan
konfederal Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) sonrası, güney komşusunda o dönemin hakim
küresel gücü İngiliz emperyalizminden görece bağımsız bir devletin şekillenmesi
büyük destek gördü. Bu destek, tarihi
Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin
yöneticileri Mustafa Suphi’lerin
Anadolu’ya ayak basar basmaz, yeni rejimce tuzağa düşürülüp katledilmesine
sessiz kalmayı, Ermeni Soykırımı’nı
gerçekleştiren kadroların ve devamcılarının pervasızca kıyımlarına devam
etmelerini görmemeyi de içerdi.
Avrupa’dan beklenen yeni devrimlerin (ve tabii dünya devriminin) gelmemesi ile
geçen, devrimin ilk yıllarında durum böyle iken; ilerleyen yıllarda durum iyice
“tek ülkede sosyalizm”in de mümkün
olabileceği, görevin onu korumak olduğu yönüne doğru hızla evrildi. Sonraki yıllarda ise, “kapitalizmle bir arada
yaşanabileceği” tezi hayat bulur oldu. (Daha sonraları bu; “Barış içinde bir arada yaşama” olarak
da formüle edildi.)
İkinci Dünya Savaşı ve 20 milyon Sovyet yurttaşının
hayatına malolan Hitler faşizminin
durdurulması sonrası, yeni küresel güç olarak ABD boy gösterir oldu… Ve, ‘Truman Doktrini’ ile Türkiye ve
Yunanistan’ın Komünizm tehlikesine
karşı Amerikan şemsiyesi altına alınması bunu izledi. (1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış ve
yürürlüğe sokulmuş plan.)
Artık fiilen ‘Soğuk Savaş’
başlamıştı. Bu kez de Sovyetler Birliği ‘milli
devleti’; ABD şemsiyesi
altındaki hiç bir devlete ve o ülkelerdeki “kardeş partilerin” ülkede rejim
değişikliği yaratacak herhangi bir faaliyetine ne onay verdi ne de katkı sundu.
Türkiye’de o yıllarda komünist oldukları tescillenmiş bir avuç insana
yönelik gerçekleştirilen sözde ‘yıkıcı eylemlilik’
operasyonları, eziyetler, tutuklamalar artık iyice anlaşılır oldu ki; “komünizm
tehlikesi”ne karşı ABD’den koparılmak istenen yardımları arttırmakla ilgiliydi.
SSCB’nin Türkiye’deki sol sosyalist hareketlere mesafesi o kadar uzak ve
temkinlidir ki, Nazım Hikmet’in “ikinci vatanım” diye adlandırdığı ülke,
Nazım’ın Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmasından sonra kendisine bir seyahat
belgesi ya da pasaport vermesi bile mümkün değildi…
Tarihi TKP ise; faaliyette iken Komintern’in (Kominform’un) , sonraları da SSCB’nin “her ülkede tek komünist partisi” tutumu ve ilkesiyle varlığını korudu, fakat “milli devlet”in dış politikasına uygun olarak uzun yıllar kendini sönümlendirdi.
“Gerçekçi ol, imkansızı iste”
sloganı ile Fransa’da başlayan 1968 gençlik
isyanı, tüm dünyada ve tabii Türkiye’de de zemin bulduğunda SSCB bu harekete
çok mesafeli durdu. Türkiye’de de TKP’nin yansıması elbette farklı olmadı. O
yılların aktif gençlik hareketi temsilcilerinden bir bölümünün hapislik yılları
sonrası TKP ile buluşmaları ve 1973
atılımı olarak nitelenen memlekette örgütlenme hamlesi, ilk kez TKP’de bir
hareketlilik ve ülke içinde ciddi bir varlık yarattı. Yine de bu hareketlilik, hiçbir şekilde
SSCB’nin “milli dış politikası”na
aykırılık taşımadı. Soğuk Savaş da, en
hafif tanım ile Türkiye’nin hiçbir şekilde demokrasi ile tanışmasına, soluk
almasına izin vermedi.
* * *
Tarihi TKP’nin son dönemi ve geç
kalmış bir yenilenme hareketi olarak Türkiye
Birleşik Komünist Partisi (TBKP)’nin ortaya çıkması ise; bir başka yazının
konusu…
Yalçın Ergündoğan
[ Bu makale ilk olarak 6 Kasım 2017 tarihinde ARTI GERÇEK internet gazetesinde yayınlanmıştır: https://artigercek.com/makale/ekim-devrimi-devleti-ele-gecirmenin-yetmedigi-kanitlandi-36735
______________________________________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder