Çocukluk yıllarımı, ilk gençlik yıllarımı anımsıyorum...
İzmir’de oturduğumuz Hatay semtinde birbiri peşi sıra ‘apartman’ denilen çok katlı binalar yükselmişti.
Hatay caddesi, İzmir 1970'ler... |
Gel zaman git zaman Hatay Caddesi’ne açılan sokağımız apartmanlarla doldu. Bizim oturduğumuz apartmanın tam karşısında, fıskiyeli havuzlu, yemyeşil çiçekler ve ağaçlarla kaplı, içinde büyük camekanlı bir kulübe olan bahçe ise; tek istisnayı oluşturuyordu.
Yemyeşil, şırıl şırıl fıskiyesinden havuza sular akan o bahçe öylece kaldıkça umutlanan annemle babam, sürekli “keşke şu bahçeyi müteahhite vermeseler de, karşımızda bir soluk alma mekanı kalsa” deyip durdular...
* * *
O bahçenin içinde oldukça şişman, kocaman göbekli, elindeki bastonuna dayanarak, ayaklarını sürüyerek yürüyen, etrafındaklerle -sonradan adının "Kürtçe" olduğunu öğrendiğim- başka bir dilde konuşan bir amca yaşıyordu.
Daha doğrusu, bizim sokakta yatmaktan yatmaya gittiği bir apartman dairesinde çocukları ile oturup, gözünü açar açmaz soluğu bahçede alan bir amca... Yine sonradan öğrendiğim sıfatıyla; “Şeyh amca”...
Şeyh amca sabah erkenden kalkar, yanında bir erkek refakatçi ile bastonuna yaslana yaslana, ayağını sürüye sürüye bizim apartmanın 2 bina ötesindeki evinden çıkar (yaşam alanına) bahçesine gelirdi. Bahçesinde, yazın havuz kenarına oturur, kışınsa sarmaşıklarla, yeşilliklerle bezeli geniş camekanlı büyük kulübesinde oturur nargilesini içerdi... Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım boyunca, “şeyh amca” yaşamını hep böyle sürdürdü gitti.
Aradan yıllar geçti, ben siyasetle tanıştım, dönemin gençlik hareketleri ve emekçi hareketleri içinde yer aldım. Gel zaman git zaman, müteahhitlerin karşımızdaki yemyeşil bahçeye de kazma vurmaya, güzelim fıskiyeyi, havuzu parçalayıp, ağaçları söküp atmaya başladıklarını gördüm. (O sıralar, henüz bağımsız bir evim falan yok ama, “önemli faaliyetlerimiz” olduğundan eve sık sık da gelmiyorum.) Hemen anneme sordum: “Ne oldu, neden yıkılıyor karşısı, yoksa ‘Şeyh amca’ da mı direnemedi müteahhitlerin cazip tekliflerine?..”
Annemin yanıtı irkiltici oldu benim için. Sanki sürekli varlığını sürdürecekmiş gibi alışageldiğim “Şeyh amca” ölmüştü. Bahçesi de peşinden...
* * *
Kürt sürgünleri... |
Peki kimdi ‘Şeyh amca’?..
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın verdiği umursamazlıkla hiç üzerinde durmamıştım.
Daha sonra siyasal mücadeleye atıldığım gençlik yıllarımda da, açıkçası şimdi algıladığım gibi hiç algılayamamış, bu denli önemsememiştim. O zaman ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’ gibi bir kavramın var olduğunu öğrenmiş, savunmuş ama bu denli gündelik yaşam boyutunda sorgulamamıştım.
O “öyle” bir kavramdı. Doğru kabul etmiştik. Ee, ne de olsa “Milli Eğitim”den geçmiştim. Olacaktı o kadar...
* * *
“Şeyh amca” sürgündü. Diyarbakırlı idi. Yurdundan, yöresinden koparılıp İzmir’e sürgün edilmişti. Bizimkiler evde konuşurlardı sık sık fısıldaşarak “Şeyh amca” hakkında öğrendiklerini. Bir “Kürt isyanı”ndan sonra sürgün edilmişti İzmir’e.
Demek, bunun için “Şeyh amca” da, yurduna, yöresine, toprağına olan özlemini kendine özgü kurduğu bu dünyasında gidermeye çalışmıştı ölene dek.
Kim bilir ne acılar çekerek...
* * *
TSK’nın Kuzey Irak’a başlattığı Kara Harekatı’ndan sonra değerli tarihçi Ayşe Hür, “Bu kaçıncı harekat?” başlıklı araştırmasını sesonline'da yayınladı.
Onu okurken “Şeyh amca” gözümün önüne geldi.
“Ayaklanma”, “sürgün”, “harekat”...
Keşke Türkiye yıllardır harcadığı enerjisini, maddi, manevi kaynaklarını şiddet, baskı ve savaşlara değil de bir arada, mutlu yaşamaya yönelik çabalara harcasa ve gereklerini de yerine getirse idi. Onca kan da dökülmese idi.
O yaşında “Şeyh amca” da kendi alıştığı ortamında, topraklarında huzur içinde yaşamını noktalasa idi...
* * *
Şimdi seni daha iyi anladım “Şeyh amca”...
Geç anladığım için de bir “özür” borçluyum sana...
Yalçın Ergündoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder